Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar
 
´İnşa ve Islah Edici, Basiret ve Merhamet Dili´ Hangisi?... / Tarih: 15/02/2011
   

Yayınlamakta olduğumuz dokuzuncu bölümde Pamak, referandum sürecinde yaşanan tartışma ve ayrışmalar özelinde Türkiye'deki eski statüko ve kurulmakta olan yeni statüko karşısında Müslümanların konumlarını ele alıyor ve önemli tesbit ve uyarılarda bulunuyor. Söz konusu tartışmalar bağlamında gündeme gelen "çözülmüş dil", "dikte dili" ve "inşa ve ıslah dili" tartışması da bu bölümde Pamak'ın ele aldığı konular arasında yer alıyor.

Pamak, bölümü, tartışmanın taraflarına yönelik çağrıyla sonuçlandırıyor ve şu ifadelere yer veriyor: "İnşa ve ıslah dili"ne sahip bu iki kanadın, birbiriyle ilişkide alması gereken bu yardımlaşma, dayanışma ve birbirimizi ıslah etme, arındırma pozisyonu, Allah rızası ve İslami sorumluluk bilinciyle yapıldığında, cahiliye toplumu içindeki mücadele süreçlerinde kaçınılmaz olan kirlerden uzaklaşma, "ruczdan hicret etme" emrinin de önemli bir uygulamasını oluşturarak, ibadet hüviyeti kazanacaktır."

İŞTE SÖYLEŞİ DİZİMİZİN 9. BÖLÜMÜ

Bazı sıkıntı ve hastalıklarla geçen uzun bir aradan sonra, Rabbimize hamdolsun ki yine beraberiz. 10 bölümde tamamlamayı taahhüt ettiğimiz yazılarımızın 9. Bölümünü ilginize sunuyoruz. Ancak bir sonraki bölüm son olacağı için, bu son iki bölümü öncekilere nazaran daha uzun tutmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Yanlış anlamalara yol açmamak ya da eksik kalan konular hakkında kimi soru işaretlerine yer bırakmamak için, kapsamlı açıklamalar yapmak zorunluluğu doğmaktadır. Bu sebeple okuyacak kardeşlerimizin mazur göreceklerini umuyoruz.

Kardeşlerimize tavsiyemiz, bir sürecin kapsamlı bir biçimde analiz edilip değerlendirilmesi ve geleceğe yönelik öneriler içermesi bakımından önemli olan bu yazıları, kitap okuma sabrıyla okumaya çalışmalarıdır. Bu konuda pratik önerimiz ise, çıktı almak suretiyle okumalarıdır.
 
Referandum Sürecinin Yol Açtığı Ayrışma
 
Türkiye’de çok çeşitli iç ve dış sâiklerin on yıllara sâri birikmiş etkisi, dünyadaki ve bölgedeki konjonktürel değişim rüzgârlarının da güncel tetiklemesiyle bir süredir önemli bir değişim sancısı ve süreci içine girilmiş bulunuluyor. Despot eski statüko ile görece özgürlükçü laik demokratik yeni statükoyu oluşturmak isteyenler arasında ciddi bir mücadele yaşanıyor. Bu ülkede yaşayan ve mevcut despot statükonun büyük zulmüne onlarca yıldır muhatap olan Müslümanlar olarak, tabii ki bizler de demokratikleşme yanlılarının despotizm yanlılarına galip gelmesini isteriz ve bunun en azından kısa vadede sağlayacağı görece özgürlükler bakımından işimize yarayacağını söyleyebiliriz. Üstelik bizler, İslami kimlik ve ilkelerimizden taviz vermeden özgün kimlik ve değerlerimizin belirleyiciliğinde on yıllardır bu zulümlere karşı açık bir mücadeleyi sürdürerek geliyoruz. Zulme ve despotizme karşı mücadelemize, “yandaş” ve “candaş” medya tarafından yok sayılsa da, Allah şahid, meydanlar tanıktır. Sistem içi değişimle zulümlerin kalkması ya da azalmasını ve davetimizin muhatabı olan halkımızın daha özgür vasatlara ulaşmasını da görece olumluluk olarak değerlendiriyoruz.
 
Mevcut daha zalim statükonun büyük, derin ve yaygın zulmü ile yeni statükonun görece özgürlüklere alan açarak “zulmü” azaltan rolü arasındaki farkın, adaletle teslim edilmesini ve bu iki statükonun birincisine daha fazla karşı olmayı, yenisinin kısa vadede sağlayacağı rahatlamayı ise memnunlukla karşılamayı anlamak mümkündür. Ancak Müslüman’ın, sonuç olarak, iki tarafıyla şirk sisteminin bütününe karşı olma ve taguti sistemi bütünüyle değiştirme iddiası ve bundan hiçbir sebeple vazgeçmemek sorumluluğu unutulamaz ve bu yoldaki tevhidi mücadele yükümlülüğü ertelenemez, terk edilemez, iptal edilemez. Bilmeliyiz ki, mevcut darbeci, çeteci zalim statükonun ve bürokratik oligarşik vesayetin tasfiyesi ve getirilecek kimi görece özgürlükler kısa vadede bizi rahatlatacak, ancak bu kısa vadedeki görece özgürleşme avantajını kullanarak, orta vadede tevhidi ilkelerimiz ve İslami yöntemimiz istikametinde nitelikli, güçlü ve kuşatıcı bir yapıyı üreterek, özgün İslami kimliğimizle kendimizi ve yapımızı topluma ve sisteme kabul ettiremezsek, bu süreçte teşekkül edecek, kadrolaşıp gücünü pekiştirecek ve kendine güveni gelecek yeni statüko ve onun yeni derin devleti, uzun vadede daha rafine baskı ve yasak yöntemleriyle tevhidi uyanışı engellemeye, tevhidi davetimizin önünü kesmeye çalışacaktır. Hem tevhidi davetimizin muhatabı olan kitleleri, küresel kapitalist sisteme ve onun çürütücü, yozlaştırıcı üretim ve tüketim azgınlığına uyumlu bir konuma doğru dönüştürmeye çalışacaklar; hem Protestanlaştırılmış “ılımlı İslam” algısıyla kuşatıp, tevhidi sahih din algısının yaygınlaşmasını engellemeye çalışacaklar; hem de mevki, kredi, ihale vb. imkânlar dağıtıp kuşattıkları tevhidi uyanış süreci birikiminin büyük kısmını yeni statükoyla bütünleştirip, tevhidi davet ve mücadele yolundan uzaklaştırmaya vesile olacaklardır.
 
Bugün militarist bürokratik vesayeti kısmen de olsa geriletip, sistemi demokratikleştirerek, Batı standartlarında güncelleştirmek isteyen değişim yanlılarına referandumda verilen yüzde 58’lik desteğin, bazı kardeşlerimizce, büyük oranda İslami duyarlık sahibi kitlelerin “düzeni aşmak” amaçlı tavrı ve “sisteme karşı İslamcı kesimin en önemli tepkisi” olarak takdim edilmesi, sistem içi değişime eklemlenme riskini arttıran her zamanki abartıların devam ettiğinin yeni bir göstergesinden başka bir şey değildir.
 
Bu değişim sürecinde, fıtri bir özgürlük arayışıyla sistem içi değişimi destekleyen kitleler, zulümatın (karanlıkların) koyu tonlarını oluşturan darbeci, işkenceci, baskıcı, yasakçı militarist vesayetin teşkil ettiği eski despot statükoya karşı, görece özgürlük vaad eden, “zulmü” ve bürokratik vesayeti geriletmeye çalışan, ama yine zulümat içi (karanlık rejimin içinde kalan) gri tonlara doğru geçiş yapmakta ve sonuçta sistem içi değişimle oluşan yeni statükodan yana tavır almaktadırlar. Bir yandan bürokratik despotizmden yana olanlarla, demokratikleşmeyi savunanlar arasındaki mücadele sürecinde, sistemin seküler batı değerleri istikametinde güncellenerek yenilenmesi ve demokratikleşmesi çabaları sürmekte; diğer yandan da, aynı sistemin kuşatmasına karşı tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi veren tevhidi uyanış sürecindeki kesimler arasında da ayrışmalar yaşanmaktadır. AKP dönemi, bir yandan “zulmü” azaltarak ve despotizmin tasfiye sürecini başlatarak görece bir rahatlamayı sağlamıştır. Diğer yandan da, eski statükonun zalimlikte sınır tanımayan bir alçaklığı temsil etmesi sebebiyle temsil ettiği görece olumluluğun abartılması sonucunda doğan duygusallığın ve sağladığı imkanların etkisiyle, tevhidi uyanış süreci öbeklerinin önemli bir kısmını yanına çekmesi sonucunda, bu kessimde bir takım ihtilaf ve ayrışmalara da yol açmıştır.
 
Bizler yaklaşık iki-üç yıldır, AKP’nin oluşturmakta olduğu yeni statükonun risklerine daha fazla dikkat çekmeye ve Müslümanları bu modelin dönüştürme tehlikesine karşı uyarmaya başladık. Daha önce ve bu süreçte, yeri geldikçe adaletli olmanın temel gereği olarak hep şunları söyledik: “AKP hükümeti, bu ülkede 85 yılda gelen hükümetlerin içinde, halka ve değerlerine en saygılı ve diğerlerine nazaran daha dürüst ve daha özgürlükçü olanıdır. Öncü kadrolarının önemli bir kısmı iyi insanlardan oluşmaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen, kendileri bireysel ibadetlerini yapan bu iyi insanların yönetimi de, Allah’ın hükmüyle hükmetmemekte ve bu sebeple reddetmemiz emredilen tagutlar içinde yer almaktadır. Bu sebeple bizler dengeli bir biçimde, taguti sistemin yöneticilerinden İslam’ı düşman ilan edip, açıkça savaş açanlara nazaran, görece özgürlükler vadeden, “zulmü” azaltan bu yeni yöneticilerin olumlu pratiklerini teşvik edip, yanlışlarına karşı açık eleştirilerimizi yapalım. Ama kendi özgün, bağımsız İslami mücadelemizi, tevhidi stratejik yürüyüşümüzü, daha açık, daha net ve daha tavizsiz bir duruşla, sistem içi demokratikleşme sürecinden ayrılığımızı daha açık biçimde ve daha fazla vurgulayan, açık İslami kimlikli ve bağımsız bir yapı olarak ve dikkat çekecek kadar ilkeli bir mücadeleyle sürdürelim.”

Ayrıca kitaplarımızın, makalelerimizin, basın açıklamalarımızın, meydanlarda ve konferans salonlarındaki yazı ve konuşmalarımızın yarıdan fazlası, Kemalist taguti sisteme, onun darbeci, çeteci, Ergenekoncu, asker ve yargı bürokratları ve TÜSİAD’çı sermayedarların öncülüğündeki oligarşik despot yönetimini hedef almış ve bu sebeple 50’ye yakın dava ile mahkemelerde yaklaşık 20 yıl geçirmiş olmamız unutuluvererek, bizim de içinde yer aldığımız “tevhidi duyarlılık çağrısı” bildirisine imza atanlar için, “AKP karşıtlığını tevhidi duruş olarak benimsemiş” olmak, “kronik AKP karşıtlığı yaparak Ergenekon’la, ulusalcılarla örtüşmek” gibi son derece adaletsiz ve haksız ifadeler kullanılabilmiştir. Sık sık adil olmaktan bahsedenler, bize karşı adaleti bu derece zedelemekten neden kaçınmıyorlar? Yoksa adalet kavramı bile “siz merkezli” olarak mı tanımlanır oldu? Kemalist despotizme ve bürokratik diktatörlüğe karşı uzun yıllardır süregelen mücadelemiz ve bu konuda ödenen bedeller ortada iken, despotizme, darbecilere, çetelere, askeri vesayete karşı mücadelede, değişimci AKP-Gülen koalisyonuyla doğal bir zaruretle “fiili müttefik” durumunda bulunduğumuzu bile defalarca ifade etmiş ve buna uygun eylemlilikler içinde olmuş iken (mesela resmi ideolojiye karşı eleştirilerimiz sebebiyle AKP’nin İLKAV’ı kapatma davası açmasından bir süre sonra, despot yargı bürokratları da, asker desteğiyle AKP’ye kapatma davası açmışlardı, biz ise, bize kapatma davası açan AKP’ye yönelik bu yargı darbesine de karşı çıkan bir basın açıklaması yapmıştık, bundan daha fazla adil olunabilir mi?), nasıl oluyor da bu karalamalara tevessül edilebiliyor?

Bunlara benzer çok sayıda söz ve yazımız, meydanlarda, internet ortamında ve dergilerde asılı dururken, hâlâ bizim söylem ve eylemlerimizi “Ergenekoncularla, zalim ulusalcılarla” örtüştürmek, “tevhidi duruşumuzu” “kronik AKP karşıtlığı” ile karalamak, İslami olanı bırakın, beşeri adalet anlayışıyla bile bağdaştırılabilir mi? AKP dönemi hakkında görece farklı değerlendirmeleri olan kardeşlerinizi, böylesine haksız nitelemelerle mahkum ederek, kendi “AKP ile örtüşmenize” meşruiyet kazandırmaya çalışmanız doğru mudur? Bize bu haksız eleştirileri yapan kardeşlerimizden farklı olarak biz, oluşan yeni statükonun da laik-demokratik-liberal, ilahi vahyi dışlayarak şirk hükümleriyle hükmeden taguti bir statüko olduğunu söyleyerek, ona karşı tevhidi mücadelenin sürmesi gerekeceğini hatırlatıp, onun potansiyel dönüştürme tehlikelerine dikkat çektiğimiz için, bu haksızlıklara muhatap kılınıyoruz. Evet sırf bu sebeple bu tür adaletsiz, haksız yakıştırmalar, karalamalar yapmak İslami ahlak ölçüleriyle bağdaşır mı? Neticede ülkede ve bölgede demokrasiye bile geçilmiş olsa, yine de Müslümanların tevhidi daveti, Kur’an’ın hükümleriyle hükmedilmesi gerektiğini gündemleştirmeleri ve bu uğurdaki İslami mücadeleyi, bugün aktif destekle yanında yer alınanlara karşı da vermeleri gerekmiyor mu? İşte biz böyle dengeli, adil bir yaklaşımla, despot, darbeci statükocularla, görece özgürlükçü statükocular arasındaki farkı gözetip, cahiliye sistemi içindeki her iki kesimin hak ettiği tavrı kendilerine karşı koyarken, bir yandan da yeni statükonun İslam ve Müslümanlar için taşıdığı potansiyel tehlikeye dikkat çekmeye de, bu konudaki tevhidi sorumluluklarımızı hatırlatmaya da devam ettik.

Ancak, toplumsal sorunlarla ilgili siyasal meselelerde söz söylemede, eylemlilikte aceleci ve ilkeleri her seferinde belirleyici kılmayan bir tutumla sistem içine dalan ve ilkesiz aceleci siyasallaşmanın sonucunda giderek nötr ya da seküler içerikli açıklamalar yapmaya başlayan kardeşlerimiz oldu. Tabii ki, eski statüko sahiplerinin alçaklıkta, zulümde, halka ve değerlerine düşmanlık ve ihanette sınır tanımayan tutumları ve her türlü derin çeteleşme ve darbeciliği deneyen despot bürokratların akıl almaz zulümleri karşısında, yukarıda zikredilen görece olumluluklara sahip olan yöneticilerin, siyasilerin görece daha özgürlükçü ve bireysel ibadetlerini yapan “dindar” konumunu, bundan kaynaklanan duygusallıkla ve on yıllardır yaşanan zulmün de etkisiyle, onların propagandasını yapmak derecesinde abartılı bir sahiplenme ve aktif destekle ödüllendirdiler. Nedense, bizim yapageldiğimiz ve yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz gibi adil davranmak ve dengeli biçimde, doğru yaptığını teşvik edip, yanlışını eleştirerek, esas olarak kendi tevhidi mücadelemize yoğunlaşmak yerine, bazı kardeşlerimiz, daha fazla sistem içi siyasal mücadeleye endekslenip, adaleti gözetme ve dengeli olma sınırlarını çok aşan ilişkilere girdiler, üstelik yeni statükonun potansiyel riskini, dönüştürme etkisini giderek yok saydılar, hatta bunları hatırlatanları, haksızlıkla “kronik AKP muhalifliği” olarak damgalamaktan bile çekinmediler. Halbuki bizim eleştirilerimizin, AKP’den ve politikalarından daha çok “tevhidi uyanış süreci” bakiyesi öbeklere ve bu kesimin ilkeli davranmayan öncü şahsiyetlerine yönelik olduğunu nedense bir türlü anlamak istemiyorlar. Üstelik zaman zaman tekraren yazıp söylediğim gibi, şahsen, AKP’yi bunlara göre tutarlı ve dürüst bulduğumu da bir daha ifade edeyim ki, belki anlarlar.[1]

“Tevhidi kesim öncüleri” ve “İslami Kuruluşlar” adı altında sistem içi demokratikleşme yanlısı bildiriler yayınlayanlar, bu duruma sürüklenmek yerine, daha omurgalı, ilkeli bir duruş sergileyebilselerdi, biz asla bu kadar fazla AKP eleştirisine bile gerek görmeden, genel olarak bütün renkleriyle taguta, bütün tonları ve versiyonlarıyla şirk sistemine bütüncül bir karşı koyuşla, ifsadı ortadan kaldırmaya, şirki izale etmeye yönelik tevhidi davet, vahye şahidlik ve ıslah çabalarımızı inkılabi bir ruhla sürdürmeye devam ederdik. Ancak çevremizdeki Müslümanların, demokratikleşmeye aktif destek kararı ve sistem içi değişimi abartılı şekilde sahiplenip propagandasını yapacak kadar ileri gitmeleri, yani dengenin kaybolması, çevrenin süratle demokratik dönüşüm sürecine girmesi, AKP’nin din konusunda (din bireyseldir, ekonominin dini imanı yoktur misali) dönüştürücü açıklamalar yapmaya başlaması, ülkeyi ve bölgeyi İslam algısı bakımından dönüştürüp küresel kapitalizme eklemlemeye dair küresel projelerin daha belirgin olarak ortaya çıkması vb. sebepler, bizim de AKP’nin öncülüğünde oluşan yeni statükonun risklerine daha fazla dikkat çekmemizi gerektirmiştir. Üstelik Tunus ve Mısır’da ortaya çıkan halk ayaklanmaları sonucunda, o ülkelerin Müslümanlarında ortaya çıkan AKP modeli ve demokratikleşme aşkı ve bunun Türkiye Müslümanlarınca son derece normal karşılanması, hatta kendi tercihlerinin haklılığına delil gibi görülmeye başlanması, yaklaşık iki yıldır dikkat çekip uyarmaya çalıştığımız tehlikenin ne kadar büyük olduğunu göstermesi bakımından ibret verici ve öğretici olmuştur.
 
Değerli bir kardeşimiz, dergide yayınladığı bir makalesini, önemine binaen ve de kendi yaklaşımlarını çok iyi ifade ettiği için olsa gerek, ayrıca e-mail yoluyla adresime gönderip, özel olarak okumamı istedi. Sağ olsun, okudum, istifade ettim ve zaten bildiğim yaklaşımlarını bir daha gözden geçirme imkânını buldum. Ancak, bu yazının bana özel olarak postalanmasından, yazıdaki tespit ve değerlendirmelerin doğruluğundan çok emin olunduğu ve bu özgüvenle gönderilerek muhatabın doğruyu bulmasına yardımcı olmak istendiği de anlaşılmaktadır. Kardeşimize teşekkür edip bu yazıdan bazı bölümleri, birlikte değerlendirerek, doğru ve yanlışları ayırt etme konusunda istifade etmeye çalışalım.
 
Kardeşimiz diyor ki: TC kurulduğundan beri yargısız infazlar, açık katliamlar, İstiklal Mahkemeleri idamları, sürgünler, yasaklar ile Müslümanları, İslami değerleri ve kültürü tasfiye etmeye, yapamadığı düzlemde de asimile etmeye, olmadıysa entegre etmeye çalışan rejime ve belirli oranda da sisteme karşı İslamcı kesimin en önemli tepkisi referandum oylamasında ortaya çıktı. İslami duyarlılık sahibi kitleler daha imkânlı olabilmek, düzeni, kısmen de sistemi geriletmek amacıyla ‘evetçi’ cephenin ana gövdesini oluşturdu.”
 
Şirk sisteminin temel ilkeleri ve taguti kurumlarının şirke dair nitelikleri korunarak, yani ilahi vahyi dışlayarak yapılan anayasa değişikliğine, tevhidi kesimi de “evet” oyu vererek aktif biçimde desteklemeye çağırıp, sonra da bu değişikliğe verilen desteği bu derece olumlayarak sahiplenmek ne anlama gelmektedir? Sistemin şirk anayasasında yapılan kısmi bir değişiklik hatırına, referandumda aktif destek vermek de, “demokratik sivil anayasa” talebi ve o uğurda çaba göstermek de, kendisini “İslamcı” olarak niteleyenleri ve “İslami duyarlılık sahibi kitleleri” sonuçta sisteme entegre etmenin yolunu açmıyor mu? Kardeşimizin “Müslümanları entegre etmeye çalışan rejime ve sisteme karşı İslamcı kesimin en önemli tepkisi” diye nitelendirdiği, şirk anayasasındaki değişikliğe aktif destek verme eylemine, “entegre” olmaya itiraz ederken bile entegre olmak denmez mi? Evet referandum öncesinde şirk sistemine entegre olmayanlar bile, referandumda sistemin anayasa değişikliğine verdikleri aktif destekleriyle, kısmi olarak değişen yeni sisteme entegre olma konumuna gelmiş ya da birçok Müslümanın entegre olmasına vesile olmuş olmuyorlar mı?
 
Müslüman’a Yakışan, Şirk Sistemi Anayasaları Arasında Tercih Yapmak Değil, Sistemi Kökten Değiştirmeye Talip Olmaktır
 
Kardeşimiz referandumdaki tercihlerinin ne anlama geldiğini şu şekilde açıklıyor: “Referandum oylamasında kullanılan tercih, TC anayasası ile İslam anayasası arasında değildi. Tercih, TC sistemi içinde radikal laik, ırkçı, fiilî İslam karşıtı, darbeci, Ergenekoncu vb. kesimlerle paralelleşen oligarşik elit yapı ile çevrenin sesini gündemleştirmeye ve sistemin işleyişini hukukileştirmeye çalışan ekollerin yaklaşımları arasındaydı.”
 
Bu izah da ne oluyor, biz tersini mi zannediyorduk? Biz, yapılacak tercihin cahiliye anayasası ile İslam anayasası arasında olduğunu mu düşünüyorduk? İslam anayasası ile cahiliye anayasası arasında bir tercih söz konusu olduğunda, ne yapacağını, en düşük bilgi ve bilince sahip olan bir Müslüman dahi bilir. Peki, insanların önüne, cahiliye anayasasının farklı versiyonlarından görece daha özgürlükçü olanına “evet” oyu verilmesi ve aktif destek çağrısıyla çıkan “İslami Kuruluş” öncülerinin, tevhidi bilince sahip olmayan, fakat kendini Müslüman olarak tanımlayan sıradan halkla farkları olmayacak mıdır? Vahyin ölçüleri ve ilk şahid Resulün (s) takip ettiği yöntem hakkında son derece bilgili ve tevhidi bilinçli Müslümanların onlardan bir farkı olmayacak mıdır? Yani sizler de, ancak bu kadar açık (İslam ve cahiliye anayasası arasında) bir tercih olduğunda mı, İslam saflarında yer alacaksınız? Daha karmaşık şartlarda bile, tevhidi öncü şahsiyetlere, vahye şahidlik duyarlılığıyla yıllardır emek sarf edegeldiklerini bilip bizim de takdir ettiğimiz Kur’an davetçilerine, uydum kalabalığa tavrı yerine, o kalabalıklara tevhidi şahidlik yapacak özgün ve örnek davranış sergilemek yakışmaz mıydı? Furkan’ın kazandırdığı bilgi ve bilinçleriyle, feraset, basiret ve dirayetleriyle Hak ile batılı ayırarak, ayrıştırarak, her şartta ve her zaman diliminde mutlaka hak olan tarafta yer alıp, görece özgürlükçü de olsa şirke ait olan çabalara ve yapılanmalara, söylem ve eylem bazında aktif destek verip katkıda bulunmaktan uzak durulması yakışmaz mıydı? Üstelik böyle karmaşık durumlarda da, yani bu tür girift ve açık olmayan konularda da, hak ile batılı ayrıştırma birikim ve niteliğini kazanamamış çevremizdeki insanlara ve davetimizin muhataplarına örneklik/şahidlik yapmak sorumluluğunun gereğini yerine getirmek yakışmaz mıydı?
 
Sonra çevreden ve tabandan kardeşlerimizin, şirke ait anayasa değişikliğine destek anlamındaki böyle bir ameli, birtakım teviller ve maslahatlarla, bireysel olarak ve mahcup bir biçimde gerçekleştirmesi ile tevhidi kesimin öncü şahsiyetlerinin evet çağrıları aynı mıdır? Gerçekten de, tevhidi mücadele sürecinde takdir edegeldiğimiz ve yıllardır birlikte hareket etmekten onur duyduğumuz kuruluşların ve öncülerinin, medyatik çağrılarla, bildirilerle, tv konuşmalarıyla; şirk sisteminin kısmi anayasa değişikliğine, taguti kurumlarını bu niteliklerini koruyarak yeniden yapılandırmaya dair teşriye, oy vererek iştirake davet etmeleri aynı kategoride değerlendirilemez. Despotizmle demokratikleşme arasındaki mücadelede, ikincinin galibiyeti kısa vadede işimize gelse ve böyle bir sonucun çıkmasından dolayı görece bir sevinç duysak bile, ikisi de cahiliyeye ait olan bu iki taraftan halka ve bize görece özgürlük getirecek olanın galibiyeti için, o tarafta aktif olarak yer alarak, onların şirke ait amellerini bizzat yaparak katkıda bulunmamız İslami kimlik ve ilkelerimizle bağdaştırılabilir mi? Üstelik, öncüler ve kuruluşlar bazında ve kamuya açık alanlarda, bu görece özgürlükçü cahili tarafta yer almaya davette bulunmak, İslami kimlik ve ilkelerimizi her şartta korumamızı ve bunları açık biçimde ibraz etmek suretiyle cahiliyenin her versiyonundan ayrışıp, uzak kalmamızı emreden vahyi ölçülerimizle de, Peygamber (s) şahidliğinde ortaya konan ilk örneğimizle de bağdaşmamaktadır.
 
O halde, şirk sistemi anayasası değişikliğine aktif destek içerikli bu tür bir davet, Kur’ani daveti gölgelemez mi? Faraza, bu tür kirliliklere bulaşan kimi öncüler, bilgi ve bilinçleriyle kendilerini koruyabilseler bile, tabandakilerin ve davetimizin muhataplarının nezdinde, tevhidi davetimiz, İslami mücadele stratejimiz ve şahidliğimiz konusunda zihni kirlenmelere ve flulaşmalara yol açılmış olmaz mı? Bu tür bir zihni bulanıklığa, kafa karışıklığına ve savrulmaya yol açmak, buna sebep olanları büyük bir vebal altına sokmaz mı? Madem bir şekilde yanlış bir “ictihad”la böyle bir tutumu tercih ettiniz, bari bu konudaki tehlikeleri, Kur’ani ölçüleri ve peygamberi duruşu, vahye ilk şahidliği, yoldaki ilkesel işaretleri hatırlatarak uyaran kardeşlerinize, bu kadar ağır ve mahkum edici tepkiler göstermemeniz, anlamaya ve dersler çıkartmaya çalışmanız gerekmez miydi? Hiç değilse, uyarıları dikkate alarak yanlışlarınızı düzeltmeye ya da hatırlatılan tehlikeleri azaltıcı açıklamalarla, riski ve zararı azaltıcı tedbirler almaya yönelmeniz gerekmez miydi? Yaptıklarınızın doğru olduğuna inanıyorsanız, o zaman da sizi uyaran kardeşlerinizle, ısrarla istedikleri istişare toplantılarını yapmanız ve dayandığınız ilmi delillerle onları ikna etmeye veya onların delillerini dinleyip anlamaya çalışmanız, bu istişareden mutabakat çıkmadığında ise, bu farklılığa rağmen, birlikte yürümenin orta yol ve yöntemini birlikte geliştirme çabası göstermeniz, İslami sorumluluğunuz değil midir? Ve bu tutum, ben yaptım oldu dayatmasına nazaran, yıllardır birlikte hareket edilen Müslümanlarla kardeşlik hukukunu korumak ve birlikte doğru istikameti bulmak bakımından çok daha değerli ve gerekli değil midir?
 
Kardeşimiz aynı yazısında diyor ki; “Alternatif olarak ‘İslam anayasası’nı gündemleştirmeye çalışmak da sünnetullah açısından doğru bir öncelik değildir. Zira modern bir durum olan ‘anayasa’, birlikte yaşamanın ana ilkelerini belirten toplumsal bir sözleşmedir. Vahyî ölçüleri gözeterek böyle bir sözleşme yapmak için önce Müslümanların Müslüman olması veya ‘iman edenlerin yeniden iman etmesi’; yani İslam ümmetinin yeniden ihyası/ıslahı gerekmektedir... Bir yorum olarak İslami anayasa ancak vahiy toplumu olma gücünü kazanmış bir toplumsal yapı veya o toplumsal yapı ile diğerleri arasında gündeme gelecek uzun erimli içtihadi bir hedeftir. Gelecekteki şartlarının ne olacağını bilmediğimiz bir içtihat alanını varsayımlarla şekillendirmek, ancak romancıların veya masalcıların uğraşı olabilir.”
 
Peki, “İslami toplumsal değişim yaşanmadan, vahyin ölçüleri ve Allah’ın hükümleriyle yönetilmeyi hak eden İslami toplum oluşmadan, öncelikle İslami bir anayasayı toplumun gündemine getirelim” diyen mi var? Böyle bir çaba söz konusu olmadığına göre, neden bu tür eleştiriler gündemleştirilmekte, üstelik alay konusu yapılmaktadır? Velev ki, bir yandan İslami toplumu inşaya yönelik bugünün sorumlulukları yerine getirilirken, diğer yandan da geleceğin İslami anayasası üzerine, günü geldiğinde ortaya çıkacak şartlara göre revize edilmek üzere ve hazırlık kabilinden düşünceler üretilse, gelecek tasavvuru içinde projeler hazırlansa bu çaba, neden “romancılık” ve “masalcılık” olarak aşağılanıp mahkum edilsin? Bugün şirk sistemi içinde arayışlara girmiş bulunan “İslami duyarlılığı olan kitlelere”, gerçek kurtuluşun Kur’ani inkılapta olduğu, zulüm ve sömürüden kurtulup adalete ulaşmanın ancak Allah’ın hükümlerine dayalı adil bir sistemle ve vahye dayalı İslami bir anayasa ve hukuk sistemiyle mümkün olduğu hatırlatılsa, bu çabayı “masalcılık”la nitelendirip küçümsemek, hangi amaca hizmet eder? Böyle bir yaklaşım, sahibini, en azından bilmeyen bazı insanlar nezdinde, Resulün (s) vahye çağrısına muhatap olanlardan bazılarının, onun tevhidi davetini “geçmişin masalları” diye küçümsemeye kalkmaları ile örtüştürme riski taşımaz mı? Böyle bir söylemin, sahibini, İslami anayasadan bahsedilip, gündemleştirilmesine “geleceğin masalları” demek konumuna düşürme riski, neden görülmez ve nasıl bu kadar rahat davranılır?
 
Ayrıca, “Bugün madem cahiliye anayasası ve İslam anayasası arasında tercih yapmak söz konusu değildir, yani referandum ‘İslami anayasayı mı, yoksa cahiliye anayasasını mı istersiniz?’ sorusunu sormamaktadır, o zaman biz Müslümanlar da, “cahiliyeye ait iki alternatiften, bizim için görece daha olumlu olan şirk anayasasını tercih ederiz” diyebilir miyiz? “İslami anayasanın bu toplumda şartları oluşuncaya kadar, cahiliyeye ait olanından işimize en çok yarayan versiyonuna aktif destekle katkıda bulunup, oluşumunu bizzat sağlayabiliriz” demenin tevhidi mücadele stratejisi içinde yeri olabilir mi? Biz Müslümanlar, her şart altında sadece tevhidi davet ve şahidlikle cahiliye toplumunu vahiyle dönüştürmek ve vahye dayalı İslami bir anayasa ile yönetilecek adalet sistemine ulaştıracak İslami bir toplumu inşa etmek hedefine kilitlenerek, sadece bu hedefe götürecek çabaları gündemleştirmek zorunda değil miyiz? Şirk sistemi ve anayasalarından daha az zalim olanlarına eklemlenmek, şirk sistemi içinde yaşanan demokratikleşme çabalarına taraf olmak, bizi esas sorumluluğumuz olan Kur’ani inkılaptan uzaklaştırmaz mı?
 
Bizler, internette tevhidi duyarlılık çağrısı olarak yayınlanan referandum konusundaki “Zaruri Açıklama”mızda İslami anayasa konusunu gündemleştirirken şunları söylemiştik: “Biz Müslümanlar, Allah'ın tüm kullarına tanıdığı temel hakların en mütekâmil güvencesi olacak ve tüm insanların, halkların imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirme imkânı bulabilecekleri adalet ve hukuk ortamını sağlayacak olan İlâhi vahye dayalı İslâm anayasasını savunuyoruz. Şiddete dayanmayan, merhameti, adaleti ve herkesin cennete gitmesi için çırpınışı temsil eden tevhidî davet, şahidlik ve eğitim çabalarımız sonucunda Kur'an'la toplumsal inkılabı hedefleyen tevhidî daveti temsil ediyoruz. Bilmeliyiz ki, ya Allah'ın vahyi, Kur'an'ın hükümleri ölçü alınarak meşru bir anayasa yapılacak ya da bunun dışında bilmeyenlerin heva ve zannının ürünü bütün anayasalar ne kadar özgürlükçü olurlarsa olsunlar tâğutî olmaktan kurtulamayacaklardır. Müslüman için, yasaları ve anayasaları yaparken, hukuku, hakları belirlerken; vazettiği hudut, ölçü, emir ve istekleri mutlak anlamda esas alınıp belirleyici kılınması gereken nihai otorite ve nihai hüküm sahibi sadece Allah'tır. Bugün içinde yaşadığımız toplum İslâmî bir toplum hüviyetinde değildir ve bu sebeple de güç laik kesimlerdedir. Bu yüzden, laik anayasalarını onlar yapacaklar ve bizim de Rabbimizce lütfedilen fıtri, insani temel haklarımızı güvence altına almak sorumluluğunu taşıyacaklardır. İslâmî sistemde gayrimüslimlere tanınan bütün hak ve özgürlükleri, onların da laik sistemlerinde bize tanımalarını isteyebiliriz. Ancak bu konuda yapılacak görece olumlu değişiklikler hatırına laik anayasalarının yapılmasına iştirak edemeyiz. Bizim tevhidî davetimize toplum icabet eder ve özündekini değiştirirse, o zaman İslâm toplumu oluşacak ve Allah da toplumun siyasi durumunu değiştirecektir. Bu durumda İslâmî toplum, yapacağı İlâhî vahye uygun anayasada, Müslüman olmayan tüm kesimlerin, hepsinin de Rabbi olan Allah'ın lütfettiği temel haklarını tek taraflı olarak tanıyıp güvence altına alacaktır.”
 
İşte bu muhtevada tevhidi bir yaklaşımla ortaya konan anayasa hakkındaki tutumumuzu, İslam toplumunu inşa suretiyle ulaşılacak İslami adalet sistemi ve İslami anayasaya dair düşüncelerimizi ve günü geldiğinde ancak böyle vahye dayalı bir anayasanın yapımına aktif destek verebileceğimiz konusundaki görüşlerimizi açıklamamız, neden romancılık ve masalcılık olarak nitelenmektedir? Gerçekten bu söylem ve yaklaşımla ne yapılmak istendiğine anlam vermek zordur.
 
Habeşistan’a ya da Avrupa’ya Hicret, TC Şirk Anayasası Değişikliğine Aktif desteğin delili Olabilir mi?
 
Kardeşimizin, “Bu konuyu, İslami kimliği nedeniyle yargılanıp TC sisteminin hukuksuzluğu vesilesiyle cezaya çarptırılan ve hapis cezasından kurtulmak için Mısır, Suriye, Katar, İran gibi halkı Müslüman olan ülkelere değil de sistemini daha çok hukukileştirmiş olan kapitalist Batı ülkelerine hicret eden Müslümanlar ve yakınları daha iyi anlayabilirler” hatırlatması da, yersiz meşruiyet arayışının ibretlik tezahürlerinden bir başkasıdır. Bu tür argümanlar, söz konusu kardeşlerimizin kendi sistem içi yanlış tercihlerini meşrulaştırmak amacıyla, tıpkı “F tipi ve açık ceza evi arasında tercih yapma” benzetmesi gibi, zaman zaman tekrar ettikleri yersiz ve alakasız bir dayanak arama çabasıdır. Bunlar, tıpkı sistem içi değişime ve yeni statükoya eklemlenmeye meşruiyet sağlamak için, Habeşistan hicreti, Hılfu’l-fudul ve Hudeybiye örnekleriyle ilgisiz ilişkiler kurmaya çalıştıkları gibi beyhude arayışlardır. Ayrıca, baskı ve zulüm sebebiyle, şartlar gerektirdiğinde ve zaruret oluştuğunda, birinci olarak zikredilen (İran haricinde kalan) ülkeler gibi emperyalist batı ülkelerinin güdümündeki despot bölge ülkeleri yerine, onların ağababaları olarak, bu ülkelere despotizmi layık görüp, kendi ülkelerinde görece özgürlükçü bir sistem oluşturmuş olan batı ülkelerine gidilmesini ikide bir kafalara kakmak suretiyle yapılmak istenen nedir? Yoksa, madem ki, baskı ve zulüm sebebiyle, şartlar gerektirdiğinde Batı ülkelerine gidiyoruz, o halde onlardaki gibi bir sistemin bizim ülkemizde kurulmasını desteklemeli ve böyle laik demokratik bir sistemin kurulmasını hep birlikte sağlamalıyız mı denmek isteniyor?
 
Hangi sebeple olursa olsun ve ne kadar özgürlükçü olursa olsun, biz Müslümanlar, İslami olmayan, vahyi esas almayıp, şirke ve hevaya, zanna dayalı hukuku esas alan bir sistemin yaşadığımız ülkeye egemen olması için talepte bulunup, onun gelmesi için aktif destek vererek, bu istikamette bir faaliyet gösterebilir miyiz? Üstelik tevhidi kesimi ve davetimizin muhatabı kitleleri, cahiliye/şirk sisteminin bu tür görece daha az zalim olanına, yani aynı şirk sisteminin içindeki farklı alternatife, zulümat (karanlıklar) içindeki gri tonlara destek vermeye çağırabilir miyiz? Hatta şirk sisteminin farklı versiyonuna verdiğimiz bu desteği ibadet, cihad, takva ve devrim olarak sunarak (ya da aktif destek ortak paydasında buluşulan “İslami Kuruluşlar” bunları yaptıklarında sessiz kalarak bu söyleme dolaylı destek vermek suretiyle) cahiliyeye ait alternatiflerden birine, bu kadar açık biçimde taraf olabilir miyiz? Üstelik bu yaptığımızı da “ictihad farklılığı”, “çağa uygun fıkıh geliştirme” olarak takdim edebilir miyiz?
 
Baskı ve zulüm sebebiyle ve şartlar gerektirdiğinde, Kemalist zorbalığa nazaran görece özgürlükçü Batı ülkelerine gidildiğinde, bu zarureti yaşayanlar, gittikleri ülkelerin şirke dayalı demokratik sistemlerini destekleme sözü mü verdiler? Veya onların bu şirk sistemlerinin oluşumuna, şirke dayalı anayasa ve yasa yapma çabalarına aktif destekle katkı mı sundular ki, böyle bir benzetme yapılmaktadır? Halbuki, baskı ve zulüm sebebiyle Batıya gidenlerin tavrı, tıpkı Resulullah’ın (s) Taif’ten Mekke’ye dönüşünde, Mekke şirk sisteminin önde gelenlerinden eman/can güvenliği/Mekke’de güven içinde yaşama hakkını istemesi ve fakat bunun karşılığında onların şirk sistemlerine aktif ya da pasif hiçbir destekte bulunmadığı onurlu ve ilkeli konumla örtüşmektedir. Bu Müslümanlar, Peygamber’in (s) Mekke’ye girme ve can güvenliği karşılığında, şirk sisteminin taguti kodlar üzerinde yeniden yapılandırılmasına, restorasyonuna destek vermediği ve herhangi bir taviz ve taahhütte bulunmadığı, tam tersine “Mekke’ye gireceğim ve Allah’ın dinini tebliğ edeceğim” demesi gibi bir girişle Batı ülkelerine gitmişlerdir. Ve bizzat içinde bulunduğum bu Müslümanlar, batının şirk sistemine tek bir taviz ve taahhütte bulunmamış ya da onların laik demokratik cahili sistemlerine aktif ya da pasif tek bir destek de vermemişler, tam tarsine o sistemi temellerinden sarsacak açık eleştiriler yöneltmişler, orada tevhidi daveti, Kur’ani mesajı yaygınlaştırmaya çalışmışlardı. O halde, şirk sistemi anayasasının kısmi değişikliğine aktif destek verenlerin konumlarını, kimi Müslümanların zaruretlerle ve ifade edilen ölçüler ve ilkeler çerçevesinde Batıya gidişlerine benzetmek mümkün müdür? Zaruret sebebiyle ilkeli bir biçimde Batıya gidişle, kendilerinin yerel şirk sisteminin daha demokratik olanına, şirk anayasasının yapımına iştirak anlamında aktif destek veren tutumları arasında kurdukları bağı anlamak, anlamlandırmak mümkün mü? Üstelik bunca bilgiye, bilince de sahip kardeşlerimizin, bir şekilde içine düştükleri yanlışlıklarını savunmak adına, bu kadar tutarsız ve zayıf dayanaklara sığınmalarını makul karşılamak mümkün olabilir mi?
 
Bu kardeşlerimizin, Müslümanların, hicret zarureti doğduğunda, gerek o gün Necaşi’nin ülkesinden, gerekse bugün Avrupa’dan “eman” istemelerini, TC şirk sisteminin görece özgürlükçü olan versiyonuna verilen aktif destekle örtüştürmeye kalkmaları, izah edildiği üzere, kendilerinin son derece ilgisiz ve yanlış konumlarını meşrulaştırmak için zorlama delil oluşturma çabaları olarak sırıtmaktadır. Çünkü her iki örnekte de muhacir Müslümanlar, o sistemlerin anayasa ve yasalarını yapmaya iştirak etmemiş, onların görece özgürlükçü şirk sistemlerini oluşturma çabası içinde olmamışlar ve aktif destek de vermemişlerdir. Tam tersine, sadece var olan bir “eman” imkanından istifade ederek o ülkelerde can güvenliği elde etmişler, ama oralarda şirke, küfre, ifsada karşı Kur’ani hakikatleri haykırmayı ve yaymayı sürdürmüşlerdir. Cafer b. Ebi Talib’in, en riskli anda ve öldürülme tehlikesine rağmen Necaşi ve adamlarının karşısında, Hz. İsa hakkındaki vahyi mesajı eğmeden, bükmeden ve gizleme gereği duymadan haykırması da bu konuda açık bir delildir.
 
İnkılapçı Müslüman’ın Hedefi ve Gündemi, Ceza Evleri veya Gardiyanlar Arasında Tercih Yapmak Olmamalı
 
Aynı kardeşlerimiz, tercihlerini meşru göstermek için, Müslümanların kendilerini kuşatan (F tipi-E tipi, kapalı-açık) ceza evlerinden, şartları daha iyi olanı ya da gardiyanlardan daha az zalim olanı tercih edebilmesi/seçebilmesi gerektiğini de sık sık gündeme getirmektedirler. İşte bu örnekten kalkarak da, aynı bağlamda zulümatın (şirk sisteminin) görece özgürlükçü gri tonlarının, aktif destek verilerek ülkeye egemen olmasına yardımcı olmayı doğru bulduklarını da ifade edebilmektedirler. Bizim, Kur’an ve Resulün (s) mücadele sünnetinden çıkardığımız sonuç ise, devrimci/inkılapçı tevhidi bilinçteki bir Müslümana yakışanın bunun tam tersi olması gerektiği yolundadır. Bu çıkarıma göre, devrimci/inkılapçı bir Müslüman, kendisini kuşatan ceza evleri ya da gardiyanlar arasında görece iyi olanını tercih etmeyi gündemine almak yerine, kendisini kuşatan ceza evi duvarlarını yıkarak, tünel kazarak veya başka bir biçimde ceza evlerinden kurtulmaya ve bu zulüm yuvalarını ortadan kaldırmaya yönelmelidir. Var olan adaletsizliği ve en büyük zulüm olan şirke dayalı hukuku(!) ortadan kaldırmaya, dayatılan şartları Kur’ani adaletle kökten değiştirmeye yönelik inkılabi bir çabaya endekslenmeli ve sonuçta zulme son vererek, tevhid, adalet ve özgürlüğü ikame etmeyi hedeflemelidir. Nitekim, ekonomik ve sosyal boykotların, ambargoların, işkencede öldürmelerin yaşandığı ve bu haliyle F Tipi ceza evinin şartlarından çok daha ağır olan Mekke ortamında, gardiyanların görece daha iyisini tercihi bırakın, sistem içinde kalmak kaydıyla Mekke’nin en üst yöneticisi olmak imkanı sunulduğu halde, Peygamber (s) ve ashabı bu imkanı bile reddettiler. Kur’an’la büyük cihadı ikame ederek illa bu sistemi değiştirmeye ya da geçici olarak, hicretle bir nevi tünel kazıp ceza evinden kurtularak, dışarıda oluşturulan yeni imkanlarla her halükârda bu ceza evi sistemini yıkmayı hedeflemiş inkılabi bir ruhu asla terk etmediler. Ceza evi gardiyanlarından görece daha iyisini tercih yerine, bu köklü inkılaba kilitlendiler ve bu hedefe aykırı düşecek, bu temel hedeften uzaklaştıracak, bu ilkesel stratejik yürüyüşe zarar verecek konjonktürel taktiklere asla tevessül etmediler. Bu bağlamda Müslüman, mevcut şirk sisteminin şirke dayalı kuralları ve ifsadı esas alan kırmızı çizgileri çerçevesindeki sistem içi değişime ve zulümatın görece özgürlükçü gri tonlarına aktif destekle taraf olmak yerine, bütün enerji ve potansiyelini, vahyin ve sünnetin belirleyiciliğindeki tevhidi mücadele stratejisi istikametinde, Kur’an ile büyük cihada yöneltmekle, cahiliye toplumu ve sistemini Kur’ani bir inkılab ile kökten değiştirmeye teksif etmekle mükelleftir. Kimi taktik ihtiyaç ve arayışlar uğruna bu hedeften uzaklaşarak, tevhidi mücadele stratejisine zarar vermek, telafisi zor savrulmalara ve geriye dönüşlere yol açmaktadır.
 
Kardeşimiz, yazısının bir bölümünde, bize göre, “İslami Kuruluşlar” adı altında birlikte aktif destek kararı aldıkları diğer kesimlere yönelik olarak şu tespitleri de yapmaktadır: Mevcut cahilî sistemi aşma çabasından çok, rahatlatıcı bir entegrasyonu önceleyen yorum tarzlarının, modern durumu vahyî ölçülerle okumak değil, rahatlamak ve imkânlı olmak adına modernizmin peşine takılmak veya sistem içi egemen hadârete eklemlenmek anlamına geldiğini belirtmeliyiz”.
 
Söz konusu kesimler için son derece doğru olan bu tespiti üzerine, kardeşlerimize şunu sorma hakkımız doğmaktadır: “Peki bu tür riskler taşıyan, ‘sistemle entegrasyonu öncelemekle, modernizmin peşine takılmakla niteleyip, sisteme eklemlenmekle’ suçladığınız bu kesimlerle ‘İslami kuruluşlar’ adı altında seküler içeriği baskın bildirilere imza atarak, ya da kiminde imza atmaktan çekinseniz de hedefini paylaştığınızı ifade ederek, neye hizmet ediyorsunuz? Üstelik nasıl oluyor da, verdiğiniz destekle, bu tür bir eklemlenme riskinin etkisini arttırdığınızı, bu savrulmanın yaygınlaşıp ‘meşru’laşmasına, sizi ve çevrenizi de kuşatmasına katkı sunduğunuzu görmüyorsunuz?”
 
Kur’an Ayetlerini Hatırlatmamızdan Rahatsız Olanlar, Kimi Rivayetleri Bağlamından Saptırarak, Yaptıklarının Meşruiyet Delili Olarak Sunuyorlar
 
Bütün bu sistem içine yönelişler ve sistem içi görece özgürlükçü değişimle ulaşılacak yeni şirk yapılanmasına birtakım maslahatlarla eklemlenip, bu yeni statükoda yer, mevki, alan ve imkan devşirme pragmatizmine sürüklenenler, üstelik bu konumlarını meşrulaştırmak için kimi tarihi rivayetleri ve kimi kıssaları da bağlamından saptırarak ve çarpıtarak kullanabilmektedirler. Halbuki kendileri, yaptıklarının yanlışlığını anlatmak için, tagutu reddetmeyi, sadece Allah’a itaat ve ibadet etmeyi ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyi emreden (vb.) ayetleri hatırlattığımız zaman, “ayetleri silah gibi kullanmayın” tepkisini vermekteydiler.
 
Ayetleri delil olarak sunmayı böyle mahkum edenlerin, kendi tercihlerinin meşruluğunu anlatmak için kullandıkları delillerden bazıları ise, “Hılf’ul-Fudul”, “Yusuf (as)’ın konumu”, “Müslümanların, Necaşi’nin görece adil yönetimi altındaki Habeşistan’a hicret etmesi”, “Hudeybiye Antlaşması”, “Medine Vesikası”, “Rum-Sasani savaşında Müslümanların tutumu” vb. gibi örneklerdir. İşte bu konumlar ve konular, siyerdeki ve Kur’an’daki temel ölçü ve ilkelerden saptırılarak ve bütün içindeki hakiki bağlamından, doğru konumdan koparılarak, söz konusu kesimlerce kendi tercihlerini meşrulaştırmak amacıyla kullanılmaktadır. Ayetleri delil olarak zikredenleri, onları “silah gibi kullanmakla” niteleyip susturmaya çalışanlar, amaç kendi yorumlarını ve tercihlerini tasdik ettirmek olunca, işte böyle alakasız konuları ve örnekleri bile, kolayca delil olarak zikredilebilmektedirler.
 
Vahyin bugüne hükmetmesini önlemeye ve bugünün seküler modelleriyle İslam’ı sentez etmeye yönelik eklektik proje ve arayışları kolaylaştırmak üzere, bir yandan “tarihselcilik”, “rölativizm” (görecelilik), “akılcılık” (rasyonalizm) ve “dini çoğulculuk” gibi iddialar kullanılmaktadır. Diğer yandan da, zikredilen tarihi olaylar ve kimi kıssalar da, haksızlık ve yanlışlık yapılarak, bu tür hak-batıl karışımı sentezci laik yönetimlerle uzlaşmaya dair proje ve düşüncelere dayanak yapılabilmektedir. İnşallah yeri geldikçe, bu tür örneklerin, bugünkü şirk sistemini görece özgürleştirerek, bireysel ibadetler alanında görece olarak rahatlatarak oluşturulacak yeni şirk sistemiyle de Müslümanların uzlaşıp uyum sağlayarak birlikte yaşamaları için delil teşkil edemeyeceğini izah etmeye çalışacağım. (Bu konularla ilgili daha teferruatlı izahlar için, Ahmed Kalkan, Mehmet Durmuş, Hüseyin Alan kardeşlerimizin internet ortamında ve İktibas Dergisinde yayınlanan yazıları okunabilir).
 
Diğer taraftan, işyeri açma, nüfus cüzdanı; zorunlu vergi ve askerlik, zorunlu eğitim; ya da alternatifsizlik sebebiyle biat etmeden, taviz vermeden, uzlaşmadan alınan eğitim; karşılığında taguti sisteme hiçbir bağlılık ve itaat sözü vermeden, hatta tam tersine tağuti sistem ve ideolojisine karşı mücadele amacıyla yayın evi ve vakıf açma, dergi çıkarma vb., farklı bir boyut ve zarurettir. Üstelik bunların çoğu bizatihi kendisi doğrudan “şirk ameli” değildir.[2] Hiçbir ikrah/zorlama ve zaruret söz konusu olmadan, gönüllü biçimde ve sadece kendi zannıyla ürettiği maslahat sebebiyle şirk anayasasının aynı istikametteki anayasa değişikliğine oy verme, şirk sisteminin laik demokratik partilerinde görev alma ve bu bağlamda laik yöntemle teşri fonksiyon görme tercihi ise, yukarıda zikredilen sistem içi konumlardan çok farklı bir konum ve savrulmadır. Bu kadar farklı iki tutum aynı kefeye konularak, akıdevi alanda şirk sistemiyle uzlaşma sadedinde tercihen yapılanlar zaruri, doğal, makul gösterilebilir mi?
 
Ama maalesef yazısını birlikte değerlendirmeye çalıştığımız kardeşimiz söz konusu yazısında da aynı yanlış kıyasları yapmayı şu ifadelerle sürdürmektedir: “Referandum tartışmalarına katılmayı, sistem içi mücadeleye eklemlenmek olarak algılayıp itham eden yaklaşımın sosyal dilinin de tartışılması gerekmektedir. Elektriğini, eğitimini, memur maaşını veya çek ve senedini bu sistemden temin eden insanların nasıl sistem dışı olduklarını sorgulamaları gerekmektedir.”
 
Aradaki fark, bu kadar açık olduğu halde, şirk anayasasındaki değişikliğe “evet” oyu verenler, bu tercihlerini meşrulaştırmak amacıyla, söz konusu zarurete dayalı durumlarla ilgisiz mukayeseler ve son derece alakasız açıklamalar yapıyorlar. Çünkü İslami olmayan ameller, yollar, yöntemler, konjonktürel gerekçelerle itibar edilen bir konuma gelince, o istikamete yönelenlerin yeni amellerini meşrulaştırmak için, şer’i delil bulma amaçlı zorlamaları söz konusu olmakta, bu da söz konusu sığlıkları kaçınılmaz kılmaktadır.
 
Bir zamanlar, laik demokratik partilerde görev alanlar ya da oylarıyla sistem içi mücadeleyi benimseyenler, şirk sistemiyle uzlaşanlar, bize “Kardeşim, sen de bu ülkede, bu şirk sisteminin egemenliğinde yaşamıyor musun, bu ülkenin vatandaşı değil misin?” derlerdi. “Senin de vakfın ya da dergin var, yayınevin var, sen de bu ülkenin pasaportunu ya da nüfus cüzdanını taşıyorsun, sen de bu ülkenin resmi ideoloji kıskacındaki laik eğitim veren okullarına çocuklarını gönderiyorsun, sen de askerlik yapıyor, vergi veriyorsun. Yani sonuçta sen de bu taguti sistemin kuşatması altında yer alıp, bir şekilde bu sistemle ilişki içindesin” diyerek, kendilerinin İslami olmadığını söylediğimiz tercihlerini, meşru, doğal, makul ve haklı göstermeye çalışırlardı.
 
Öyle bir noktaya geldik, öyle bir kırılma aşamasına vardık ki, geçmişte birlikte bu tür tepkilerin ve ikna çalışmalarının muhatabı olduğumuz çok yakınımızdaki kimi muvahhid kardeşlerimiz, eskiden birlikte muhatap olduğumuz, partili musalli amcaların argümanlarını bize yöneltiyorlar. Bugün kurdukları sistem içi ilişkilerdeki, savrulma ve eklemlenme riski taşıyan yeni yönelişlerini, taguti sistemin ilahi vahyi esas almadan yapılan anayasa değişikliğine oy verme noktasına vardırdıkları “içtihadi” arayışlarını, meşru, haklı, makul ve doğal göstermek için, artık aynı argümanlarla bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Üstelik bugün bu yola yönelen kardeşlerimiz, öncekilere nazaran daha da tecrübeli olarak, geçmişteki alakasız argümanlara, pes dedirtecek kadar absürt olan “Elektriğini, memur maaşını veya çek ve senedini bu sistemden temin eden insanların nasıl sistem dışı olduklarını sorgulamaları gerekmektedir” misali yenilerini ilave etmekten de çekinmiyorlar.
 
Ayrıca bu kardeşimiz, yeni yöneldikleri kendi tercihlerini meşrulaştırmak amacıyla, “Rabbani ve nebevi metod” konulu kitaplar okuyup, Allah’ın ve Resulünün gösterdiği istikamete, ölçü ve ilkelere uyum sağlayarak takip edeceği yöntemi öğrenme çabası içindeki, tevhidi ilkelere bağlılıkta ısrar eden Müslümanları, daha önce “masalcılık” ve “romancılık”la küçümsediği gibi, şimdi de başka bir üslup kullanarak tahfif etmektedir. Halbuki Müslüman’a yakışan, muhatabının fikir, düşünce ve yöntemini, vahye ve sünnete dayalı delillerle ilmi olarak eleştirmektir. Bu konuda ciddi bir performans ve birikim ortaya koymadan, bilgiçlik taslayıp muhatabını tahfif edici cümleler kurarak, kendi tercihinin doğruluğunu anlatmak mümkün değildir.
 
Kardeşimizin bu konudaki ifadeleri şunlar: “Sistem dışı bir kimlik oluşturma ideali ile; mahkûmu olduğumuz veya kuşatıldığımız sistemi, sistem içi araçları nasıl bir keyfiyetle kullanarak aşacağımız, değiştireceğimiz veya ondan hicret edeceğimiz konularını birbirine karıştırmamak gerekir. Ancak bu toptancı tanım ve ithamları da mazur görmemiz gerekmektedir. Çünkü genellikle ders alınan rabbani veya nebevi metot konulu kitaplarda veya bu çizgideki günübirlik teorilerde, sistem içi araçların nasıl kullanılacağı veya Rasulullah (s)’ın Mekke’de sistem içi ilişki ve araçları nasıl kullandığı ile ilgili bahisler mevcut değildir. Bu konudaki afakî yorumlar kitabi değil, günübirlik stratejik senaryolara veya vakıasız ve romantik tefsirlere dayanmaktadır.”
 
Tevhidi İlkeleri Hatırlatıp, Sistem İçine Savrulma Riskine Dikkat Çekenler, “Hikmetli, Basiretli, Merhametli ve İnşa Edici Dil”e Muhatap Olmadılar
 
Diğer taraftan, referanduma aktif destek veren kesimler, despotizm ile demokrasi dışında bir başka alternatif tanımayan dar bir anlayışla, despotizme karşı çıkıp reddettikleri gibi, ilahi vahye dayanmayıp heva ve hevesi ilah edinen yönü ve en büyük zulüm olan şirki esas alması sebebiyle laik demokrasiyi de eleştirip karşı çıkan ve özgün İslami adalet sistemini savunan Müslümanları, hemen despotizm ve monarşi yanlısı olarak suçlayabilmektedirler. Bu gidişin yanlışlığına dikkat çekerek, tevhidi ilkeler ve Kur’ani kavramlarla var olmakta ısrar eden, verili şartları ve cahiliye toplumunu tevhidi dönüşümle inkılaba uğratmayı, hayatı ve toplumu Kur’an ayetleri ışığında yeniden inşa etmeyi hedefleyen tevhidi stratejide ilkeli ve tavizsiz olmaya çağıran mü’minler, maalesef alaya alınarak, tahfif edilmişlerdir.
 
Buna rağmen yazısını değerlendirdiğimiz kardeşimiz “dil” konusunda şunları yazıyor: “Bu tür tartışmalarda, maalesef ki bir şura içtihadına katılma dilinden çok, yorumunu kesinleştiren ve keskinleştiren bir cedel dili ön plana çıkmaktadır. Bu konularda yorum ortaya koyanlar, genellikle “istişare dili”ni veya “paylaşma dili”ni değil, toplu içtihadın şartlarına gerek duymayan ve kendi konumundan emin olarak “vaaz ve dikte dili”ni öne çıkartmaktadır; hatta bu dili mükerreren bazı kere de müstear adlarla dikte etmeye çalışmaktadırlar. Bu tutum da tarafların metodolojik zayıflığına ve üslup düzeylerine ışık tutmaktadır. Oysa tartışılan çağdaş konulardır ve muslihun zihinlerin ortak birikim ve araştırmalarıyla üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Bu düzeydeki tartışmalara maalesef ki genellikle ne söylendiğinden çok, ‘Karşıt görüşü nasıl sindiririm, sindiremezsem tahfif ederim?’ anlayışı hâkim olmaktadır”... Bu bağlamda eski ve çözülen dili aşan bir “inşa ve ıslah dili”ne ihtiyaç duymaktayız.”
 
Evet, bu paragraftaki eleştirinin muhatabı, bizler değil de, kendi yorumunun haklılığından emin olup, kibirli davranan, yakın hizbiyle yaptığı istişareyi yeterli sayıp mutlaklaştıran, yıllardır birlikte olduğu diğer kardeşlerini ve bunca yıldır oluşmuş hukuku yok sayan, Allah rızası için tevhidi duyarlılıkla yapılan eleştirileri de, dikkate almak ve anlamaya çalışmak yerine, “ya sev ya terk et” üslubuyla dışlayan, hizbinden olmayana tepeden bakıp karalayan ve tahfif eden üslup sahipleri olması gerekmiyor mu? Aşağıda okuyacağınız, aynı çevredeki kardeşlerimizin çeşitli yazılarından yaptığımız alıntılar, tam da bu paragraftaki eleştirinin muhatabının, bizzat kendi yazılarındaki küçümseyici, karalayıcı üslup olduğunu göstermiyor mu? On yılı aşkın bir süredir birlikte hareket ettiğimiz kardeşlerimizle aramızdaki sorunlarımızı, ihtilaflarımızı ve çeşitli konulardaki mutabakat arayışımızı belli periyotlarda gündemli biçimde bir araya gelerek, ilmi ölçülerle çözmeye çalışma konusundaki ısrarlı taleplerimize rağmen, sonuç alamamamız sebebiyle, her seferinde internet ortamında tartışmak zorunda bırakıldığımız bilinmektedir. Bu sebeple, kardeşlerimizle kamuoyu önünde açık ismimizle tartışmaya girmenin doğru olmayacağına inanarak ve başka kardeşlerimizin bu yazdıklarımıza daha önyargısız cevap vermelerini temine matuf olarak, ancak haber sitesinin yönetici ve öncüleri tarafından bilinen müstear ismimizle yorumlar yazıp, tevhidi ilkeleri ve vahyi ölçüleri hatırlatarak uyarılarda bulunmamızdan bile rahatsız olunduğu anlaşılıyor. Bu yorumlarda hiçbir hakaret, aşağılama ve karalama yoktur. Sadece ilmi eleştiri ve uyarılar yapılmış, ictihadi konularda herhangi bir dayatma da söz konusu olmamıştır. Tam tersine, kardeşlerimizin hukukunu gözeten, hatta geçmişlerindeki olumlulukları, tevhidi kesimdeki haklı öncülükleri de hatırlatılarak bu doğru hattın korunması istikametinde yönlendirmeye çalışan bir üslup tercih edilmiştir.
 
Kardeşimiz ise, hem de “inşa ve ıslah dili” ihtiyacına vurgu yaptığı cümlenin hemen öncesinde, “emri bil maruf” sorumluluğu gereği kendilerine tevhidi ilkeleri hatırlatan, yani vahyi ölçülerle inşa ve ıslah çabası gösteren kardeşlerini, - dinin önemli bir mükellefiyeti olan ve lügatlerde: “sözle iyiliğe teşvik, nasihat, öğüt, dinin emir ve yasaklarının anlatılması” olarak tanımlanan “vaaz” kavramını dahi tahfif etmenin bir aracı kılarak -, tahfif etme gayreti içine girmektedir. Akıdevi temel ilkeleri, muhkem nasları, dinin sabiteleri mahiyetindeki Kur’an hükümlerini hatırlatarak, çok yakın bulduğumuz kardeşlerimize karşı, yanlışa sürüklenmemeleri konusunda uyarı sorumluğumuzu yerine getirmemiz, dua ile karşılanması gerekmez mi? Tam tersine bu çabamız, istişare dili”ni veya “paylaşma dili”ni değil, toplu içtihadın şartlarına gerek duymayan ve kendi konumundan emin olarak “vaaz ve dikte dili”ni öne çıkartmak” olarak nitelenip mahkum edilmeye çalışılmaktadır. Halbuki, daha önce de ifade ettiğim üzere, defalarca istişari toplantılar yapmayı teklif eden biz olduk. Dar hizip sınırlarını aşıp, mücadele sürecinde birlikte hareket eden mü’minler olarak, temel ilkeler ve yöntem konusu başta olmak üzere, sistem içi araçları kullanmanın sınırı ve sistem içi değişime yaklaşım konuları da dahil, ihtilaflarımızı, sorunlarımızı ve sorunlara yaklaşım tarzlarımızı istişare edip ortak kararlara varma teklifini defalarca tekrarlayan biziz, bu teklifimize yanaşmayan kardeşlerimiz ise, istişare dili”ni veya “paylaşma dili”ni değil, toplu içtihadın şartlarına gerek duymayan ve kendi konumundan emin olarak… dikte dili”ni öne çıkartmak” konumunu tercih ederek “biz kendi dar hizbimizde istişare edip böyle karar aldık işinize gelirse” dercesine bir tutum içine girmişlerdir.
 
Kardeşlerimiz özellikle son referandum sürecinde, on yılı aşkın sürede oluşan ortak hareket hukukumuzu bir anda, dar hizip istişaresine kurban etmekten çekinmemişlerdir. Hepimizi bağlayan bu derece önemli konuların, uzun süredir aynı yaklaşımı benimseyerek dar hizip içinde özdeşlemiş olan kişiler arasında ele alınıp konuşulması, gerçek anlamda bir istişare ve toplu ictihad şartlarına uygun mudur? Üstelik, “istişareye ehil ve temsil kabiliyeti olan mü’minler olarak belli periyotlarda bir araya gelip, bu tür önemli konularda ortak kararlar almaya çalışalım” tekliflerimiz hep karşılıksız bırakılmıştır. Buna rağmen, nasıl oluyor da, kendi tutumlarını tanımlayan, “toplu içtihada, istişare ve paylaşma diline kapalı, kendi konumundan emin dikte dili”ni bize yamamaya kalkışabilmektedirler? Gerçekten anlamak mümkün değildir. Halbuki, eskiden mutabık olduğumuz, “rölativizmi ve tarihselciliği, Kur’an’a yaklaşımdaki sapmalar” olarak gören ortak görüşten vazgeçmemişlerse (ki aynı çevreden bazı kardeşlerimizin aksine görüş açıklamalarıyla karşılaşmaya başlamış bulunmaktayız), bu kardeşlerimizi de, bizi de, bütün mü’minleri de bağlaması gereken akıdevi temel ilkeleri, muhkem nasları belirleyip hepimize “dikte” eden (emreden) sadece Yüce Allah’tır. Bize düşen ise, Rabbimizin bu emirlerini hatırlatarak, “emri bil maruf” sorumluluğumuzun gereğini yapmak suretiyle birbirimizi uyarmaktan ibarettir.
 
Kendi tercihlerini belirleyici kılıp, uzun yıllardır oluşan hukuku hiçe sayan bu tutum, inşallah, “İslamcı perspektif”in, ahlak edinmeksizin bilgiyi fetişleştirip, davranışlara yön vermeyen bilgiyle tekebbüre kapılarak muhatabını aşağılamaya zemin hazırlayan entelektüelizmin bir tezahürü değildir. Bilmeliyiz ki, o bilgiyle ahlâklanma, Allah’ı razı etme ve ahirete hazırlanma amacı güdülmeden salt bilgi sahibi olmak, sahibini entelektüel yapsa da, ıslah ve inşa edici bir fonksiyon görmez.[3] Tam tersine bu tarz bir bilgilenme, müstağnileşmeye, aynı entelektüel çaba içindekilerle hizipleşip başkalarına tepeden bakmaya ve kibre yol açabilir. Özellikle vahyin bilgisinin, Peygamber (s) ve ilk Kur’an neslinde, “Bu sorumluluğun gereğini nasıl hayatıma yansıtırım, nasıl ahlak edinirim, dosdoğru istikameti nasıl korurum” endişesiyle onları iki büklüm yapan “ağır bir yük”[4] olarak, sorumluluk bilincini, ahlakta kuşatıcılığı, kalbi derinleşmeyi, tevazu ve olgunluğu arttırıcı bir sonuca ve “yaşayan Kur’an” olmaya yol açtığı gibi, bizde de aynı sonuçlara yol açması gerekmez mi? Rabbimiz, bizlere, “yapmadığını söylemekten[5] ve “başkasına iyiliği tavsiye ederken kendimizi unutmaktan”[6] sakındırıcı uyarılar yapmıyor mu?
 
Kardeşimiz, kendilerine marufu nasihat ederek, dinin akıdevi ilkelerini hatırlatarak “vaaz” edenlerin bu hayırlı çabasının, onların “metodolojik zayıflığına ve üslup düzeylerine ışık tuttuğunu” ifade edebilmiştir. İşte bütün bu ifadeler ve aşağıdaki şok sözler, nitelemeler ve tanımlamalar, tam da ‘Karşıt görüşü nasıl sindiririm, sindiremezsem tahfif ederim?’ anlayışının tezahürleri değilse nedir? Buna rağmen, “din nasihattir” hadisi paralelinde “samimiyet”le “emri bil maruf” görevini yerine getirmeye, dinin gereklerini, temel ilkelerini samimi biçimde gündem yapmaya çalışan kardeşlerini, bu nitelemelerle mahkum etmek, küçümsemek, karalamak nasıl izah edilecektir?
 
Mesela bu konuda internet sitelerinde ve dergilerde, bu kardeşlerimizce yayınlanan yazılarda kullanılan dil ibret vericidir. Bu yazılarda, son referandumda kendileri gibi düşünmeyip “tevhidi duyarlılık çağrısı” yapan Müslümanlar hakkında şu nitelemelerde bulunabilmişlerdir: “Tagutu reddettikten sonra sorumluluklardan kaçmak için yer-bucak arayanlar”, “fıkhetme melekeleri körelmiş, hikmet ve basiretten berî olanlar”, “kısır bakış açısı”, “kafa konforunu bozmayan ezber cümleler” kuranlar, “ödünç teorik yaklaşımlar”a sahip olanlar, “öykünmeci tutumlar”ın sahipleri, “tevhidi konformistler”,selefi anarşistler”, “ormana dışarıdan bakanlar”, “dar fıkıhçılar”, “dondurulmuş selefi bakışlar”, “boğazına kadar çelişkiler içerisinde mutlu, mutmain muvahhid tipler”, “Taliban kafalılar”, “şabloncu dar fıkhi kalıpları mutlaklaştıranlar”, “psikolojik sorunlular”, "Nebevi - Rabbani isimleriyle başlayan romantik ve gelenekçi yöntem kitaplarına dayananlar", “ayetleri Kur'an bütünlüğünde okumayıp da bir cedel aracı olarak kullananlar”, “tevhidi uyanışa yeni adım atmış ve acilci ruh halinden kurtulamayanlar”, “itidalden uzak tutumlar”, “ayetleri silah gibi kullanan tavırlar”, “yorumları itikatlaştırma saplantılılar”, “hezeyan halindekiler”, “sığ tutumlar, komplocu zihinler”, “teoride kalan boş kurgular”, “tekfir kılıcının dayanılmaz hafifliğine sırtını dayamışlar”, “ham hayalci, selefi görünümlü anarşistler”, “tekfirciler[7], “gençlik hastalığı tutumu sahipleri”, “hariciler” ,“eski Marksist-Stalinist şablonların gölgesinde kalan izahlar” yapanlar vb. birtakım yaftalamalarla, bu Müslümanlar karalanarak küçümsenmiş ve alaya almışlardır.
 
Şimdi herkes vicdanının sesine kulak verip Allah için söylesin. Bu dil; “inşa ve ıslah edici, hikmet, basiret ve merhamet dili” midir? Yoksa yaralayıcı, ötekileştirip dışlayıcı, tahfif edip karalayıcı, yıkıcı bir dil midir? Bu dil; İslami kardeşlik hukukunu pekiştirip geliştiren, merhamet, şefkat ve tevazu dili midir? Yoksa, hizipçi, tepeden bakan, itici, kardeşini hor ve hakir gören kibirli ve kırıcı bir dil midir? Şunlardan hangisi, vahye dayalı “inşa ve ıslah edici, basiret ve rahmet dili”dir: Şirk sistemi içinde yaşanan demokratikleşmeye, şirk anayasasındaki kısmi değişikliğe “oy” vermeye çağıran ve bu şirke ait eylemi takva, ibadet ilan eden ya da buna sessiz kalarak dolaylı onay veren mi? Yoksa taguti sistemi, anayasası ve tüm kurumlarıyla, eski ve yeni statükosuyla, despot ve demokrat versiyonlarıyla bütünüyle redde çağıran ve yeni statükonun İslami kimliğe ve tevhidi mücadeleye yönelik potansiyel tehlikelerini ifşa edip uyararak, Kur’ani inkılaba davet eden mi? Bilinmelidir ki, ilkesiz siyasallaşmaya yönelerek ve “emri bil maruf”a bile tahammülü olmayan entelektüel kibre kapılarak, “inşa ve ıslah edici basiret ve merhamet dili” yakalanamaz. Ancak, siyasallaşmayı tevhidi ilkelerden soyutlamayan, siyasal mücadeleyi vahyin sosyalleştirilmesi ve ahlaki inşanın önüne geçirmeyen, bilgiyi fetişleştirerek kibre kapılmayan, elde ettiği bilgisi/ilmi tevazuunu arttıran ve ahlakını olgunlaştıran İslami şahsiyet ve yapılar, vahye dayalı “inşa ve ıslah dili”ni yakalayabilirler. Yani vahye dayalı inşa ve ıslah dilini hakkıyla temsil etmek, ancak vahye şahidlik yaparak ibadete dönüştürülmüş bir hayatın, ahlaklı, mütevazi bir modeli olmakla mümkündür.
 
Ankara’da, kendimize çok yakın bulduğumuz ve yıllarca birlikte olduğumuz bu kardeşlerimize yakın bir eğitim sendikasında gerçekleştirilen, “İslamcılarda Üç Dil; Eskimiş Dil-Modern Dil-İnşa Dili” konulu konferansta, bir İslamcı akademisyenden sadır olan ve “inşa dili” adına ortaya konan söyleme bakın: "İslamcı olmak her şeye karşı olmak demek değildir. Ama her Müslüman İslamcı olmak zorundadır. İslamcı olmayı her şeye tercih etmelidir. Bu nedenle İslamcı siyaset hemen şimdiye ait bir siyasettir."[8] Hemen şimdiye ait bir siyaset, verili laik demokratik sistem içi alanda, sistemin partileri içinde yer alarak ya da sitemin demokratikleşme yanlısı partilerine destek vererek siyasete müdahil olmak mıdır? Konferansa katılanlardan birisinin ifade ettiğine göre, bu minvalde yönlendirici demokratik bir siyaset çağrısı gerçekleştirilmiştir. Bu konferanstan kamuya yansıtılan ise, kısacık bir haber içinde neredeyse yukarıdaki birkaç cümle olmuştur. “Her Müslüman İslamcı olmak zorundadır” sözü ise, hiçbir itiraz yapılmadan yayınlandığına ve karşı çıkan herhangi bir yorum da yazılmadığına göre, başka zamanlarda ortaya konan tutum ve söylemler de dikkate alındığında, muhtemelen bu yaklaşımın paylaşıldığı anlamına gelmektedir.
 
Bizler ise, elhamdülillah ki “İslamcı” değil, sadece Allah’ın bizler için seçtiği kimliğimiz olan “Müslüman” olmakla kendimizi tanımlıyoruz, bu inzal edilmiş olan kimliği, üretilmiş “İslamcı” kimliğiyle gölgelemek yanlışından sakınmamızın önemli bir sorumluluk olduğuna inanıyoruz. Kur’an merkezli düşünen her Müslümanın da bu konuda duyarlı olması gerekirken, Kur’an merkezli din algısı savunucusu olduklarını ifade eden bazı kardeşlerimiz, nedense “İslamcılık” gibi Kur’ani olmayan bir kavramı savunmakta ısrar ediyorlar. Üstelik “her Müslüman İslamcı olmak zorundadır” gibi mesnetsiz, ilmi olmaktan uzak, abartılı ve tam anlamıyla dayatmacı bir “dikte” dilini kullanabiliyorlar. Ve bu habere karşı hiçbir itiraz yükselmiyor. Ne yani biz “İslamcı” olmayanlar, Müslüman olmanın zaruri şartlarını yerine getirmemekle ve Müslüman olmaktan çıkmakla mı itham edileceğiz? “Her Müslüman İslamcı olmak zorunda” ise, “İslamcı” olmak akıdevi görülüyor demektir. Böylece, kendini sadece Allah’ın verdiği isimle ve Kur’an’da yer alan kavramla tanımlayıp “Ben sadece ‘Müslüman’ım ve üretilmiş ‘İslamcı’lığı (ki içinde kendisini İslam’a nispet eden SP, AKP, ve Has Parti dahil sistemin laik demokratik partileri ve demokratikleşme eğilimi taşıyan tevhidi kesime müntesip birçok öbek yer alıyor) kabul etmiyorum” dediğimiz için, bir bakıma “tekfir” mi edileceğiz? Bu nasıl bir anlayıştır ve bu nasıl bir inşa dilidir? Tam tersine “inşa dili” olarak takdim edilmeye çalışılan bu dil, tam da dayatmacı, kendi zanni üretimlerini dikte edici “modern bir dil” değil midir?
 
Aslında “İslamcılık” modern bir bid’attır ve dolayısıyla dili de modern ve dayatmacıdır. “İslamcılar”ın büyük kısmının laik demokratik partilerde aktif olarak yer almaları, diğer önemli bir kısmının da giderek demokratik bir eğilim içine girmiş bulunmaları ve İslami kavramları giderek terk edip daha seküler ve modern bir dil kullanmaya başlamaları da “İslamcı” dilin daha çok modern bir dil olduğunun başka göstergeleridir. Buna rağmen “İslamcılar” konferansın konu başlığında olduğu gibi kendilerini, “eski dil-modern dil ve inşa dili” olarak üçlü tasnife tabi tutuyorlarsa kendi bilecekleri bir şeydir. Ancak kendini sadece “Müslüman” olarak niteleyen bizlerin tek dilimiz vardır ki, o da Kur’an’ın belirleyiciliğinde Resulün uygulama ve mücadele örnekliğinde ortaya konan, hikmet, rahmet, tebliğ, ıslah, şahidlik, ahlak ve inşa dilidir. Bütün bu kavramlar bütünlük halinde ve birlikte kuşanılıp, öncelikle kendi hayatımızda ve ahlakımızda ete kemiğe büründürülerek, inşa ve ıslah dili yakalanabilir.Bilinmelidir ki, slogan atarak inşa ve ıslah mümkün değildir. İnşa ve ıslah dilini ahlak edinmek ve onun nitelikli, mütevazi, kuşatıcı bir ahlaka sahip örneklerini çoğaltmak önemli ve öncelikli olandır. Sonuçta, fert ve cemaat planında, bu dilin, bu ahlakın, bu nitelikli temsilin, etkileyici mütevazi modelini oluşturarak, öncelikle hâl diliyle bu misyonu taşımak ve topluma örneklemek gerekmektedir.
 
Dayatılan “İslamcılığı” emreden bir tek ayet yok iken, “Müslüman” olmaya ve “Müslüman ölmeye” çağıran ve bunu emreden birçok ayet Kur’an’da yer almaktadır. Bu kardeşlerimiz, bizler, doğrudan Kur’an’ın muhkem ayetlerini hatırlatıp, temel tevhidi ilkelere dikkat çektiğimiz için, bizi ve kullandığımız “emri bil maruf” dilini,yorumunu kesinleştiren ve keskinleştiren... dikte dili olarak suçluyorlar. Ama kendilerinin, indirilmiş bir kavram olan “Müslüman” ismi yerine, yorumla ürettikleri “İslamcı” kavramını, “yorumlarını, ürettiklerini mutlaklaştırma” kapsamına girecek şekilde kesinleştirip, hem de açıkça “Her Müslüman İslamcı olmak zorundadır” gibi vahye aykırı, uç tutumlarla “dikte ettiklerini” görmeyecek kadar, ilmilikten ve objektiflikten uzak yaklaşımlarını, son derece doğal karşılayabiliyorlar.
 
Ayet Zikrederek Düşünce Açıklayanlara, “Ayetleri Silah Gibi Kullanma” Suçlaması Kur’an Merkezli Din Algısıyla Bağdaşıyor mu?
 
Nedense, bir konu hakkındaki düşüncelerimizi anlatırken ya da yapılan bir amelin, geliştirilen bir düşünce ve projenin İslami olup olmadığını tartışıp uyarı sorumluluğumuzu yerine getirirken, Kur’an’ın ayetlerine atıfta bulunmamız, vahyi ölçüleri hatırlatmamız bile giderek yaygınlaşan bir biçimde, bazı kardeşlerimizi adeta rahatsız etmektedir. Bu sebeple, meramını açıklarken vahye referansla ayetleri zikredenleri, “ayetleri silah/mermi gibi muhataba yöneltme” suçlamasıyla, neredeyse kaynağa dayanmanın, vahyi referans olarak sunmanın önüne geçme imajı veren tepkilerle, mahkûm etmeye kalkışabilmektedirler.
 
Oysa, eğer bir Müslüman “emri bil maruf” sorumluluğunu yerine getirirken, vahyi ölçülere ve sünnete dayanmadan ve delil göstermeden, yaptığınızın İslami olmadığını iddia ediyorsa, yapılması gereken, bu konuda onu eleştirip delil göstermesini istemek değil midir? Pratikte ise, söz konusu kesimlerce tam tersi yapılmakta, ayetlere atıf yapanlar, delil göstererek meramını anlatmaya çalışanlar tahfif edilmekte, ayetleri zikretmek muhataba silah sıkmak gibi nitelenerek, engellenmeye çalışılmaktadır. Halbuki, ancak “Zikrettiğiniz ayet bahsettiğiniz konuda delil olamaz, ilmi izahı ise şudur, bu ayetin nüzul ortamı, nüzul sebebi ve Kur’an bütünlüğü içindeki karşılığı şudur ve siz ilmi olarak hata etmektesiniz” misali ilmi itirazlar yapılması gerekmez mi?
 
Hele bu tür itirazlarla, ayetleri zikretmek suretiyle meramını açıklama gayretini, küçümseyerek ve suçlayarak önleme, ya da “rölativizm”in (muhkem konularda bile göreceliliğin, herkes Kur’an’dan farklı şey anlar ve senin anladığın beni bağlamaz iddiasının) kaygan zemininde anlamsızlaştırma çabasının, yıllardır “Kur’an merkezli din algısı” oluşturma iddiasını taşıyan, “ıslah ve inşa, hikmet ve rahmet dili” temsilcisi olduğunu iddia eden, bizim de geçmişten beri takdir edip sevdiğimiz ve bu konularda mutabakat halinde bulunduğumuz kesimin bazı yazar ya da yorumcularından da geliyor olması, gerçekten ürpertici bir gidişe işaret etmekte değil midir?
 
Ayetler zikredilmeden, Kur’ani ilkeler, naslar gündemleştirilmeden, vahyi kavramlar gizlenerek, gündemden düşürülerek, tagut, şirk, tevhid gibi temel taşıyıcı kavramları kullananlar tahfif edilerek ve giderek bu kavramlar kullanımdan kaldırılarak, vahye dayalı bir inşa ve ıslah dili yakalanamaz. “Tevhid” ve “şirk”, imani konumu belirleyen kavramlardır. Islah ve ifsad ise, şirk ve tevhidin amellerle, davranışlarla ilgili tezahürleri ve toplumsal plandaki yansımalarıdır. “Mü’minlerin emiri[9] ve “tagut[10] ise, tevhid ve şirkin siyasal, toplumsal otorite bazında karşılığıdır. Ancak bazı Müslümanlar, Kemalist devlet, hükümet ve despot anayasası için tagut ve şirk kavramını kullanırken, bireysel ibadetlerini yapan ve görece özgürlükçü olan kadroların yine ilahi vahyin hükümleriyle değil de şirk hükümleriyle hükmeden yönetimlerini ve onların şirk anayasalarını aynı kavramlarla nitelemekten uzak duruyor, hatta destek verebiliyorlar. Üstelik, bu kavramları onlar için de kullananları ise tahfif ediyorlar. Ancak bilinmelidir ki, bu temel taşıyıcı ve inşa edici kavramlar dışlanarak, günümüzdeki karşılıkları ete kemiğe büründürülüp somutlaştırılmadan, ne İslam tebliğ edilebilir, ne de vahye dayalı bir inşa ve ıslah gerçekleştirilebilir. İfsad ve ıslah kavram ve çabaları, onları doğuran şirk ve tevhid kavramlarından, yani imani dayanaklarından soyutlanırsa, bu kavramların tanımında ve uygulamasında, doğruyu yanlıştan ayırmak da, sahici anlamda ifsadı ıslah etmek de mümkün olamaz. O zaman “ifsad ediciler bile ıslah ediciler olduklarını iddia etmeye”[11] başlarlar. Halbuki, şirk inancı ve taguti sistem ifsada yol açar, tevhidi iman ve İslami sistem ise, vahye dayalı ıslah projesini uygulamaya koyar. İşte bugün yaşanan yaygın ifsad ve yozlaşma, şirk sistemi ve taguti yönetimlerin üretimi olup, Kur’an toplumunun tevhidi daveti, vahye şahidliği/modelliği ve İslami sistemin vahye dayalı ıslah projesi uygulamaya konmadan, bu ifsadın, fıtrata ve Rabbe yabancılaşıp yozlaşmanın, şirk sistemi içindeki görece değişimlerle ıslahı ve toplumun sahih manada yeniden inşası mümkün değildir.
 
Kardeşlerinize karşı “emri bil maruf” sorumluğunu yerine getirirken, ayetleri zikrederek uyardığınızda ya da değişik konularda İslami düşüncenizi açıklarken ayetlere atıfta bulunarak meramınızı açıkladığınızda “ayetleri mermi/silah gibi muhataba yöneltmek” baskısını yapıyorlar. Yahut konuşma ve yazılarınızda İslami düşüncenizi açıklarken “tagut”, “tevhid” ve “şirk” kavramlarını gündeme getirdiğinizde istihza ederek, tahfif edici yorumlar yazarak, “hâlâ orada mısınız?” dercesine tavırlar koyuyorlar. Kendinizi tanımlarken ve tebliğ yaparken “Müslüman”ım der ve sadece vahyin belirleyiciliğindeki “Müslüman”lığa çağırırsanız, birileri “Her Müslüman İslamcı olmak zorundadır” diyerek, yani Kur’ani olmayan “İslamcı”lığı dayatmaya kalkar. Taguti anayasanın şirke dayalı kısmi değişikliğine de, Allah ve İslam düşmanı taguti kurumları yeniden yapılandırmaya da “oy” vererek aktif destek olmak, Allah’ın “tagutu redde çağıran” ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeye” dair emirleriyle bağdaşmaz dediğinizde, birileri “tekfirci” olarak damgalayıp susturmaya çalışırlar ve en ileri rölativistlerin, tarihselcilerin başvurmayacağı tevillerle, mesnetsiz ve alakasız örnekleri zikredip, bu yaptıklarını İslami ictihat kapsamına sokmaya çalışırlar. Yüce Allah, “Allah’ın hükmüyle ve adaletle hükmetmeye”[12] ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin kafirler ve zalimler olduğuna”[13] vurgu yaparken ve “Yoksa câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” sorusuyla akletmeye çağırıyorken, bazı kardeşlerimiz hâla, cahiye anayasasını kısmi olarak yapmaya verdikleri aktif katkıyı içtihadi ve fıkhi açılım olarak nitelendiriyorlarsa bu nasıl anlaşılmalıdır? Bütün bunlara rağmen, bu kardeşlerimiz, “Kur’an merkezli İslam algısı”nı savunduklarını söylerlerse, tutarlı olurlar mı?
 
Bugün İslami Kesim İçinde “Tekfircilik” mi, Yoksa “Demokratik” Savrulma mı Daha Büyük tehlikedir? “Tekfirci” Suçlamasının Asıl Amacı, Muhatabı Susturmak mıdır?
 
Daha önce yazdığım değişik yazılarda, Batı ve liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu öncülüğündeki sistem içi değişimin olumluluklarını zikrettikten sonra, bu değişimle oluşacak yeni statükonun muhtemel tehlike potansiyeline ve bu değişime eklemlenen Müslüman öbeklerin bu yanlışlarına yönelik eleştirilere yer verdiğim yazılarıma yönelik en büyük tepki de, o yazılarımdaki eleştirilerin en az muhatabı olan bu yakın kardeşlerimizden gelmişti. Bu tür eleştiri ve uyarı yazılarım, AKP politikalarının ve eklemlenen çevrelerin savunmasını üstlenen bir tutumla, haksız nitelemelere ve hukuk ihlali yapan saldırgan birçok yazı ve yorumlara muhatap kılınmış, buna rağmen kardeşlik hukukunun devamı adına sineye çekip susmuştum. Ama bu tür bir tepkisellik, artık süreklilik arz etmeye başladı. Neredeyse konuşamaz, yazamaz hale geldik. Bu sebeple, geleceğe yönelik daha emin ve adil birlikteliklerin oluşabilmesi için, bu zaafların aşılması gerektiği inancıyla, muhatapları açık isimleriyle zikretmeden, özeleştiri mahiyetindeki bu tespitlerimi paylaşmaya karar verdim.
 
İbret verici ve bizim açımızdan son derece üzücü biçimde, gerek “tevhidi duyarlılık çağrısı” adı altında yayınlanan bildirimize, gerekse anayasa değişikliğine “evet” çağrısı yapan seküler içerikli “ortak bildiri”ye yönelik eleştirilerimize de, bu eleştirilerin daha fazla muhatabı konumunda olan kesimlerden tek bir eleştiri ve tepki gelmezken, yine, hem de doğru bir davranışla söz konusu seküler ortak bildiriyi imza etmekten bile kaçınmış olan bu kardeşlerimiz, adeta hepsinin avukatlığını üstlenip çok ağır suçlamalar, karalamalar yapabilmişler, küçümseyici yazı ve yorumlar yayınlayabilmişlerdir.
 
Bizim, kendilerinin bu ağır sözlerine dayanak yaptıkları ve en sert buldukları ifademiz ise, ilahi vahyi esas almayan kısmi bir anayasa değişikliğine “oy” vererek destek olmak, kısmi de olsa şirke dayalı anayasanın yapıcılığı rolünü üstlenmek ameli için, “bu, şirk amelidir” demiş ve İslami mücadeleye zarar verecek bu tutumdan uzak durmalarını tavsiye etmiş olmamızdır. Üstelik, bunu yapanların niyet, gerekçe, amaç ve tevillerinin dikkate alınması gerektiğini, bu sebeple söz konusu ameli, şirk sistemine karşı tevhidi imanlarını korudukları halde, bazı maslahatlar gereği yapmış olanların, yani şirk anayasası değişikliğine oy verme amelini, tevhidi duruş ve akıdede kalbi bağlılığı koruyan bu arka planla gerçekleştirenlerin, yanlış yapan Müslüman kardeşlerimiz olduğunu açıkça ifade etmişiz. Dolayısıyla, kendilerinin de “müşrik kurum” olarak nitelendirdikleri siyasi partilerin öncülüğünde gerçekleşen, kendilerinin de “şirk sistemi” olarak nitelendirdikleri sistem içi değişime, yine kendilerinin de aynı şekilde nitelendirdikleri “şirk anayasası”nda yapılacak kısmi değişikliğe “evet” oyu vermeye dair bu amelin, hiç değilse zahiren “şirk ameli” olduğu nitelemesi, hakaret ve sertlik olmayıp, ancak, tagutu ve sistemini redde davet eden, Allah’ın hükmüyle hükmetmeye çağıran ilahi vahye dayalı bir tesbittir. Bu yaklaşımımıza, bu kadar ağır tepki gösterenler, üstelik kendileri bile bu amelin akıdeyle bağlantılı olduğunu söylemek zorunluluğunu duydukları halde, bizim hatır için bu hakikati örtmemizi mi istemektedirler? Ne demeliydik ki? Yoksa birileri gibi “Allah’a teslimiyetin, takvalı olmanın gereği, bir ibadettir” dememiz, ya da kendilerinin yaptığı gibi, bu tür söylemler karşısında susarak dolaylı onay vermemiz mi bekleniyordu?
 
Şurası iyi bilinmelidir ki, haksız yere tekfir etmek ne kadar yanlışsa, açıkça “tekfir etmiyoruz”, “yanlış yapan Müslüman kardeşlerimiz diyoruz” diyenlere ve üstelik “tekfirci”liği mahkum eden yazılar yazanlara, sırf Kur’ani ve akıdevi hükümleri de hatırlatarak uyarılarda bulundukları için “tekfirci” damgası vurmakta ısrar etmek, en az o kadar yanlıştır ve iftiradır. Üstelik “tekfirci” damgası, “emri bil maruf” sorumluluğunun yerine getirilmesini engellemek ve değişik sâiklerle yaşanan savrulmalara karşı tevhidî ilkeleri, Kur’ani ölçüleri hatırlatma amaçlı uyarıları susturmak için yapıldığından dolayı, çok daha kötü ve çok daha tehlikelidir. Ayrıca, bugün İslami kesim için yaygınlaşan tehlike, artık iyice marjinalleşen “tekfircilik” yönünde değil, giderek neredeyse bütün tevhidi uyanış öbeklerini yutacak kadar yaygınlaşmış bulunan, bütün gücüyle ve küresel-yerel destekli, güçlü ve çözücü projeleriyle hızla üstümüze çullanan liberalleşme, sekülerleşme, demokratikleşme ve sonuçta sisteme eklemlenme istikametinde ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple, bu tür açık ve yaygın savrulmalara karşı önleyici tevhidi uyarlarda bulunanlara, dua etmek ve saygı duymak yerine, haksız yere “tekfirci” yaftasıyla tepkiler gösterip susturmaya kalkmak, savrulmaların ve savrulanların hâmiliğini yapmaktan başka bir anlam taşıyabilir mi?
 
İşte Allah için böyle önemli bir uyarı görevini yapmaya çalıştığımız için, bize yöneltilen ağır suçlama ve aşağılamaların örnekleri yukarıda zikredilmiştir. Kullanılan dilin, nasıl bir dil olduğu bu örneklerden anlaşılmaktadır. “Islah ve inşa dili” ya da “hikmet, basiret, rahmet dili” bu mudur? Yorum olarak bile onanmaması gereken, iftira, yalan, aşağılama ve alay içeren karalamaları düşünce yazısı adı altında yayınlamak mı, bu dilin gereğidir? Bizim haksız saldırılara muhatap kılınan yazılarımız ise, genel eleştirileri içermekteydi. Özelde ise, daha çok “ortak akıl”cılara ve eklemlendikleri AKP hükümetinin yanlış politikalarına yönelikti. Tabii ki, çok cüz’i miktarda ve ancak ima yoluyla, sistem içi demokratikleşmeye aktif destek amaçlı olarak onlarla işbirliği yapan, sevdiğimiz, yıllardır çok yakın olduğumuz kardeşlerimize de yönelik kimi eleştirileri de ihtiva etmekteydi.
 
Buna rağmen, bu yazılarımızı, en yakınımızda olan bu kardeşlerimizin, olduğu gibi üzerlerine alınıp, bütün kesimlerin avukatlığını üstlenerek, doğrudan ve defalarca ismimizi zikrederek büyük haksızlıklara, ciddi hukuk ihlallerine, hatta iftiralara yer veren, saldırgan yazılarla mahkum edip susturmaya kalkmaları mı, bu “ıslah ve inşa” dilinin gereğidir? Üstelik bize yönelik bu haktan ve adaletten uzak yazılarını, kendileri de haksız bulup rahatsız olduklarını perde arkasında ifade etme ihtiyacı duydukları halde, dokunulmaz kılıp, eleştiri ve uyarılarımıza rağmen uzun süre ve halen yayında tutmuşlar ve hatta bazı kardeşlerimiz yandaşlık dayanışmasıyla bu tür yazıları, “ne güzel yazmışsın, kalemine sağlık” kabilinden yorumlarla taltif ederek desteklemişlerdi. Diğer yandan kendi dar hiziplerine müntesip olan yazarların yazılarının altına düşülen “düşünce açıklaması” sınırlarını aşmayan eleştirileri onaylamayan, hatta yanlışlıkla onaylanmışsa kısa sürede hemen kaldıran, bizlerin yazılarının altına yazılan “tahfif edici, karalayıcı, mesnetsiz iddialarla suçlayıp mahkum edici” yorumlara bile onay veren mantık nasıl izah edilecektir? Hatta bizlere hakaret, aşağılama ve iftira içeren yazıları bile, makale olarak düşünce platformunda yayınlayabilmeleri ne anlama gelmektedir? Bu mudur “inşa ve ıslah edici, hikmet ve rahmet dili”? Bu tür dil ve üslup kullanmayı başkalarına tavsiye edenlerin, tutarlı davranıp, bu dilin ahlakını öncelikle kendi yakın çevrelerinin kuşanmasını sağlamaları gerekmez mi?
 
Referanduma Aktif Destek Veren Kardeşlerimizin, Yaptıklarını Savunurken Düştükleri Tutarsızlık ve Çelişkiler
 
Söz konusu kardeşimiz yazısında şunları da ifade etmektedir: “Referandum tartışmalarında içtihadi çekingenlik kararı yerine destek verme içtihadını, modern olan karşısında ufuk ve metot algımızı ihya ve ıslah etmeye ve vahyin evrensel bütünlüğünde yenilenmeye çalışan bu “inşa ve ıslah dili” çerçevesinde anlamak gerekir. Daru’n-Nedve cahiliyesinin hâkim olduğu sistemde, vahyî ilkelere dayanan “şüheda”lık ile insan ilişkilerinin ve îlaf gibi kurumsal yapıların nasıl değerlendirildiğini tefekkür etmek, belki bize bir analoji sağlamayacaktır ama modern durumla ilgili genel bir kavrayış ve içtihat alanıyla ilgili ufuk zenginliği kazandıracaktır. Ebu Cehil’in hâkim olduğu cahiliyeden, Necaşi’nin hâkim olduğu cahilî yapıya sığınan ilk Kur’an neslinin, Habeşistan’daki tutum ve ilişki ağını irdelemek de vahyî ilkeler konusunda şartlara göre farklı içtihat biçimlerinin var olacağı gerçeğini ortaya koymaktadır…”
 
İşte yanlış tercihini meşrulaştırma amaçlı zorlamalar, kaçınılmaz olarak sahibini böyle sıkıntılı, çelişkili ve alakasız örneklere başvurmak zorunda bırakabilmektedir. Şirk sisteminin anayasasının yapımına teşriî katkıda bulunmak, bizzat oy vererek şirk sisteminin kodlarına, kurallarına bağlı taraflardan birinde yer almak ile İslami ilkeleri ve şer’î hudutları koruyarak sistem içi araçları kullanma arasında ilişki kurup, buradan kalkarak “içtihat alanıyla ilgili ufuk zenginliği” kazanma adı altında,sisteme eklemlenme eğilimini meşrulaştırma çabası doğru ve haklı bir çaba mıdır? Bu bağlamda, Mekke şirk sisteminin çevre kabilelerle ve başka “site devlet”leriyle yaptığı “ilaf” adı altındaki ticari anlaşmalara dayanarak ticaret yapma ve Necaşi’nin görece daha adil yönetimine sığınma ya da taviz vermeden, uzlaşmadan, tevhidi davet ve iddialarını ısrarla sürdürerek var olan araçlardan istifade anlamında eman müessesini kullanma arasında herhangi bir benzerlik ve ilişki kurup, yanlış tercihine İslami kılıf oluşturma çabası, doğru mudur? Verilen örneklerin hangisinde, can güvenliği için sığınılanların şirk inançlarına, şirke dayalı sistemlerine, şirk yasalarına destek vardır? Ya da ticari anlaşmalarından istifade edilerek ticari faaliyette bulunulan Mekke şirk sisteminin anayasa veya yasalarını yapmak için Peygamber ve ashabının herhangi bir aktif desteği söz konusu mudur? Bu örneklerin hangisinde, o görece özgürlüğü ya da bazı imkanları sağlayacak şirk yasasının, kurumunun, vahye dayanmayan ölçülerle, şirke dayalı kodlar üzerinde inşasına doğrudan taraf olarak teşriî katkı söz konusudur? Bütün bu örneklerde şirk sistemince önceden yapılmış yasa ve kurumlardan, karşılığında hiçbir taviz vermeden ve herhangi bir taahhütte bulunmadan istifade söz konusudur. Yoksa istifade edilen bu şirk anlaşma, yasa ve kurumlarının bizzat Müslümanlarca teşri rol üstlenilerek oluşturulması söz konusu değildir.
 
Kardeşimizin şu ifadeleri de üzerinde durulmayı hak ediyor: “Kemalist vesayeti geriletecek olan referandum konusunun desteklenmesinin, zalim müşriklerden değil de İslami kimliğe fiilî düşmanlık yapmayan müşriklerden eman istenmesiyle mukayese edilebilirliği tartışmaya açık bir konudur. Türkiye’ye dönük bu konudaki örneklemimiz, özel kişi hukuku anlamında değil, sistemin kurallarına göre oluşan tüzel kişiliklerle alakalıdır.”
 
İşte bizim de söylediğimiz budur, “zalim müşriklerden değil de İslami kimliğe fiilî düşmanlık yapmayan müşriklerden eman istenmesimümkündür. Ancak bunun “Kemalist vesayeti geriletecek olan referandum konusunun desteklenmesi” ile hiçbir benzerliği ve ilişkisi yoktur. Çünkü birincisi var olan bir yasal imkandan faydalanmak iken, ikincisi yararlanılacak olan şirk yasasını bizzat yapmaya kalkışmak ve sistemle o noktada uzlaşmak, ona eklemlenmektir. Üstelik kardeşimizle örtüştüğümüz bir başka konu da eman istenecek “İslami kimliğe fiili düşmanlık yapmayan” görece özgürlükçü demokratikleşmenin ve yeni statükonun öncüsü kurumların da, kardeşimiz tarafından “müşrik” olarak nitelenmiş olmasıdır. O halde “müşrik” olduğunu kabul ettiğiniz bir siyasi partinin şirke dayalı demokratikleşme ve vahyi dışlayıp, heva ve zanna dayalı cahiliye hükümlerini esas alan yeni “sivil anayasa”sına ya da kısmi anayasa değişikliğinin yapılmasına “evet” oyu vererek bizzat iştirak etmeyi tevhidi iman ve ilkelerle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
 
Kardeşimizin şu ifadeleri de dikkat çekiyor: “Türkiye’de referandum sonuçlarıyla, daha sonra da anayasa değişimi ile şartların normalleştirilmesi, inanç ve düşünce özgürlüğünün önünün açılması, işkence sorununa son verilmesi gibi yargının hukukileştirilmesi tarzındaki açılımlar yol almaya başlamıştır. Bu açılımların, sistemin İslamileşmesini değil, kapitalist yapının Müslümanlığa hürmetkâr bir şekilde yaygınlaşmasını getireceği görülmektedir. Bu süreçle TC’nin batılılaşma politikaları, yeterince başarılamayan tepeden inmeci ve dayatmacı laik uygulamalarıyla değil, post modern bir kimlik çeşitliliğini meşrulaştırıcı kapitalist üretim ve tüketim süreçlerinin yaygınlaştırılmasıyla güç kazanacaktır. Belki bu süreçte şekli olanın yanında, öz olarak da sekülerleşmenin hızlanması söz konusu olacaktır. Başörtülü bayanların 4x4 jeeplere binmesi, ikinci kadınlarla birliktelikler, çağdaş medeniyet seviyesinin ne olduğu tartışmaları da en başta bu kötümserlik sürecine itiraz niyetiyle gündeme gelmektedir. Dün TC’nin Diyanet kültürü ile yaşamaya alıştırılan dindar kesimi, bu sefer kapitalizmin konformizmiyle buluşturmak zor olmayacak gözükmektedir.”
 
Kardeşimiz, aktif destek verdikleri referandumla gerçekleşecek açılımların “sistemin İslamileşmesini değil, kapitalist yapının Müslümanlığa hürmetkâr bir şekilde yaygınlaşmasını getireceği”ni ifade etmektedir. Bu doğru tespiti yapan kardeşlerimize soruyoruz, peki sizin desteğinizle yaygınlaşacak bu kapitalist yapının “hürmetkâr” olacağını umduğunuz Müslümanlık hangi Müslümanlıktır? Bu değişim süreci sonunda ülkeye ve bölgeye hakim olması istenen küresel kapitalist sisteme ve seküler sisteme uyumlu “ılımlı Müslümanlık” değil mi? Sizin aktif desteğinizle oluşan yeni taguti statükonun kısa vadede bize kimi görece özgürlükler getirmesine rağmen, uzun vadede hem çevremizdeki Müslümanları dönüştürüp sisteme eklemleyeceği, hem de kendini İslam’a nispet eden tevhidi davetimizin muhatabı kitleleri bu tür bir yanlış İslam algısıyla kuşatıp dönüştüreceği ve davete olumlu cevap vermelerini engelleyeceği tehlikesi neden görülmez? Neden “TC’nin batılılaşma politikaları,… post modern bir kimlik çeşitliliğini meşrulaştırıcı kapitalist üretim ve tüketim süreçlerinin yaygınlaştırılmasıyla güç kazanacak” tespitini yaptığınız halde, bu sürece aktif destek vererek Müslümanlar nezdinde meşruiyet kazandıracak tutumlar sergiliyorsunuz? Ve neden “Dün TC’nin Diyanet kültürü ile yaşamaya alıştırılan dindar kesimi, bu sefer kapitalizmin konformizmiyle buluşturmak zor olmayacak gözükmektedir” tesbitini yaptığınız halde,yeni statükonun taşıdığı bu tehlikeye karşı uyarı görevi değil de tam tersine bu statükonun inşasına meşruiyet kazandırıcı aktif destek çağrıları yapıyorsunuz? Üstelik sizin yapmadığınız bu uyarı sorumluluğunu yerine getirmeye çalışanlar, neden sizin tarafınızdan susturulmaya, karalanmaya çalışılıyor? Bütün bunlar, “inşa ve ıslah edici basiret ve merhamet dili” ile bağdaşıyor mu?
 
Kardeşimiz aynı yazısında, yine bizi de hedef alan şu eleştiriyi getirmektedir: “Türkiye’de üç ABD üssü açılıp yüz bine yakın yabancı askerin konuşlandırılmasına, Anadolu çocuklarından on binlercesinin Irak’ta Müslüman bir halka karşı savaşa sürüklenmesine ve peşinden gelecek küresel kapitalizmin her türlü hegemonik kuşatmasına karşı sosyalist, muhafazakâr ve hatta ulusalcı bazı unsurlarla 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’de onaylanmaması için yaptığımız 2002-2003 ittifakı konusunda sesini çıkartmayan çekimser, boykotçu, retçi veya tekfirci yaklaşımların; Türkiye’deki Ashab-ı Uhdud uzantılarının tasfiyesine destek verme içtihadında bulunan kişilere yönelttikleri dışlayıcı tavrı, bazı mevzi mülahazalar ayrı olmak şartıyla, psikolojik saikler dışında izah etmek mümkün görünmemektedir.”
 
Sistem içi değişime, fiilen taraflardan birinde yer alarak destek verme tercihini meşrulaştırmak için bunca zorlamaya ne gerek var? Emperyalist bir işgale ve zulme destek verilmemesini istemekle, sistemin şirk anayasasında yaptığı ve taguti kurumlarını yeniden yapılandırdığı kısmi anayasa değişikliğine “evet” oyuyla fiilen katkıda bulunmanın, teşri rol üstlenerek aktif destek vermenin herhangi bir alakası kurulabilir mi? Zalimleri geriletmek amaçlı itirazlar, eylemler ve muhalefet çabaları ortaya koymak ayrıdır, şirk sisteminin, bu baskılar sonucunda geri çekilmek zorunda kalarak, kendisinin şirke dayalı ilke, yöntem ve hedeflerini gözeterek yapacağı yasal düzenlemeleri, bizzat iştirak edip bizim yapmaya kalkışmamız ayrıdır. Bir zulme, emperyalist işgale karşı, farklı kesimlerle ittifak ederek itiraz etmek ve bu işgale kapı aralayacak tezkerenin onaylanmaması konusunda baskı yapmakla, şirk sisteminin anayasasının yapımına bizzat oy vererek iştirak etmek arasında ne ilişki olabilir? Belki küresel emperyalistlere ve işgallerine karşı çıkmakla, Türkiye’deki darbecilere, çetelere ve zulümlerine, faili meçhullerine karşı çıkmak arasında ilişki kurulabilir. Ancak zulme, despotizme itiraz etmekle, bu zulme kısmen son verecek şirk yasalarını bizzat yapmaya iştirak etmek karıştırılmamalıdır. Üstelik tevhidi tutarlılık gereği bu ayrıştırmayı yapanların tutumunu “psikolojik saiklerle izah” da kardeşimize yakışmamıştır. Halbuki bizim bu tutumuzda hiçbir çelişki yoktur. Asıl bu önemli tevhidi tutarlılığı görmeyenlerin, tutarlı olmak adına, alakasız ilişkiler kurarak, bizzat şirk sisteminin cahiliye anayasasına aktif destek vermeye kalkışmalarına yol açan psikolojilerini gözden geçirmeleri gerekmez mi?
 
Kardeşimiz aynı yazısında şu konulara da değinmektedir; “Dilimizi; usulu’d-din konusunda sabitelerimizi ve değişkenlerimizi; vahyî esaslardan, merhale ve çevre şartlarından çıkarımlarımızla oluşan metodik yorumlarımızı; cihanşümul ve yerel muhataplarımızı değerlendirirken Rum ve Mümtehine surelerindeki ilişki ve değerlendirme biçimlerini nasıl güncelleyeceğimizi belirlemek oldukça önemlidir. Bu bağlamda eski ve çözülen dili aşan bir “inşa ve ıslah dili”ne ihtiyaç duymaktayız.”
 
Öncelikle çok sık kullanılan “Rum ve Mümtehine surelerindeki ilişki ve değerlendirme biçimlerini nasıl güncelleyeceğimizi belirlemek” talebine cevapla bu konudaki çıkarımlarımızı açıklamaya ve böylece kardeşlerimizin de bu konudaki yaklaşımlarını bir daha gözden geçirmelerine vesile olmaya çalışalım.
 
Kardeşlerimizce sık gündem yapılan Rum suresindeki örneklik, bilindiği üzere Müslümanların yaşadığı Mekke toplumu ile alakası olmayan binlerce km uzaklıktaki iki düşmandan uzak tehlike olanın (Rumların) yakın tehlike olana (Sasanilere) galip gelmesine uzaktan sevinmekten ibarettir. Yoksa galip gelmesine sevinecekleri güce bizzat aktif destekle katılmaları, onun galibiyeti için zaman, enerji ve emek sarf etmeleri, yani Rum ordusuna asker yazılmaları söz konusu değildir. Şimdi bizim örneğimizi dikkate alarak arada bir ilişki kurulabilir mi, onu değerlendirelim. Bir kere, bizim örneğimizde Rum ordusu konumunda ve bizim için darbeciler, askeri bürokratik despotizm yaşanan tehlikeyi temsil ederken, görece özgürlükçü olan AKP öncülüğündeki sistem içi demokratikleşme ise uzak tehlikeyi temsil etmektedir. Kardeşimizle hemfikir olduğumuz husus ise, iki tarafın da kurumsal olarak şirki temsil ettikleridir. Evet biz de, halen bize zulmetmekte olan bürokratik despotizmin, görece özgürlükçü demokratikleşme hedefli değişim yanlılarına yenilmesini isteriz.
 
Ancak şu bariz farkı görmeliyiz: Öncelikle şirk sistemi içindeki demokratikleşme yanlıları, Rum ordusu misali bizden binlerce km uzaklıktaki bir güç olmayıp, yaşadığımız ülkeyi yönetmekte, hayatımız üzerinde belirleyici olabilmektedirler. İkinci olarak Rum ordusunun açıkça kâfir olduğu bilinmekte iken, kardeşimize göre AKP vb. ancak kurumsal olarak “müşrik” konumunda görülmekte, yine kardeşlerimize göre bu “müşrik” kurumlarda yer alıp şirk ameliyle sürekli iştigal edip, şirk hükümleriyle hükmedenler bireysel olarak “Müslüman kardeşler” olarak nitelenmektedirler. Üstelik dünyada ve ülkede, bireysel planda eşleri örtülü, kendileri ibadetlerini yapan Müslümanlar olarak tanınmaktadırlar. Bütün bu sebeplerle de, Rum ordusunun Mekke’deki Müslümanlar üzerinde sahip olmadığı etkileme ve dönüştürme imkanına sahip bulunmaktadırlar. Ayrıca, Mekke Müslümanları Rumları düşman olarak kabul edip, bir gün onlarla da savaşmaya hazırlık yapmaktadırlar. Nitekim Rum Suresinin bu konuyla ilgili ayetlerinin inzalinden yaklaşık 9 yıl sonra Müslümanlar Rum ordusuyla savaşmış ve onların bazı şehirlerini ele geçirmişlerdir. Bizim kardeşlerimiz ise, şirk sisteminin görece özgürlükçü kanadının da tagut olmaya devam ettiğini ve bir gün görece özgürlükçü bu yeni taguti statükoya karşı da tevhidi mücadeleyi sürdürmek gerektiğini unutmakta, onlarla bütünleşen ve onları benimseyen eğilimler göstermekte, onlara tagut denilmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. İşte bundan dolayı da, AKP’nin galibiyetine sevinmek bile, Rum ordusunun galibiyetine sevinmekle eşit tutulmamalıyken, biz hadi bunu da kabul edelim ve en fazla, sevinelim dediğimiz halde, kardeşlerimiz doğrudan taraf olup, Rum ordusuna asker yazılmak anlamına gelecek, şirk anayasası değişikliğine aktif destek ve “evet” oyu vererek sistem içi demokratikleşme yanlılarıyla aynı safta yer almak konumuna kadar gidebilmişlerdir. Bu durum da, o gün Rum ordusunun sahip olmadığı kadar çok etkenle, bugün Müslümanları doğrudan etkileyen imkanlara sahip olan sistem içi demokratikleşme güçlerinin, onları dönüştürme ve sisteme eklemleme riskinin tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar artmasına yol açmış bulunmaktadır.
 
Mümtehine Suresindeki 8 ve 9. ayetler de kardeşlerimizin çok gündem yaptıkları diğer bir değerlendirmedir. Bu ayetlerin, iki ayrı tutum takınmak üzere mü’minleri yönlendirdiği, iki ayrı kâfir ya da müşrik kesim söz konusudur. Kardeşimiz yukarıda alıntılanan ifadesinde, bu iki kesimi “zalim müşrik ve İslami kimliğe fiili düşmanlık yapmayan müşrik” olarak tanımlamaktadır. 9. ayette Müslümanlarla “din hakkında savaşan, onları yurtlarından çıkaran ve çıkarılmalarına yardım eden savaşçılar” ele alınıp dışlanır ve bunlarla mü’minlerin velayet ilişkileri yasaklanır. 8. ayette ise, Müslümanları “yurtlarından çıkarmayan ve onlarla din hakkında savaşmayan barışçılar” zikredilir ve bunlara farklı bir muameleye izin verilir. Yüce Allah’ın mü’min kullarını bu barışçı müşriklere “iyilik etmekten ve adaletle muamele etmekten” men etmediği bildirilir. Bu ayetlerden kalkarak yapılacak şey, en fazla, şirk sistemi içinde şirke dair yollarla faaliyet gösteren siyasilerden, bizimle din konusunda savaşmayan ve bizi yurtlarımızdan çıkarmaya çalışmayanlara, diğer savaşçı kafirlere nazaran farklı davranmak, “iyilik ve adaletle muamele etmekten” ibarettir. Yoksa buradan kalkarak, iki tarafın önerdikleri anayasa, yasa ve model de şirke ait, ilahi vahyi dışlayan konumda, yani taguti nitelikte olduğu halde, bunlardan görece daha özgürlükçü olanına, benimseyerek ya da benimsemeyerek aktif destek vermek suretiyle taraf olmak hali meşrulaştırılamaz. Barışçı müşrik tarafa iyilik ve adaletle muamele etmekle, onun yolundan gitmek, onun görece özgürlükçü şirk modeline aktif destek verip yandaş ve yoldaş olmak hali karıştırılmamalıdır. Açık ayetlerden, bu kadar alakasız çıkarımlar yapmaya kalkışılması anlaşılır gibi değildir.
 
Ancak ne yazık ki, kardeşlerimiz, bizimle din konusunda savaşmayan daha barışçı müşrik tarafla kurulmasına izin verilen, onlara karşı “iyilik ve adaletle muamele” ilişkisi kurmakla yetinmeyip, onlara oy verip yönetici seçerek, onları şirkle hükmetme makamına getirerek, ilahi vahye dayanmaksızın ve şirk ilkelerini esas alarak yaptıkları kısmi anayasa değişikliklerini onaylayarak, yasaklanmış olan velayet ilişkisini de kurmaktadırlar. Halbuki mü’minlerin velisinin ancak ve sadece Allah, Resulü ve namazı ikame edip, zekatı veren ve rakiun (Allah’a boyun eğmiş) olan mü’minler olduğu, mü’minleri bırakıp da onları veli edinerek izzeti onların yanında aramamaları hususu, Kur’an’da açıkça ve birçok ayette tekraren vurgulanmış bulunmaktadır. Kardeşimizin doğru bir tesbitle “müşrik” olarak nitelediği kurumları, devleti, hükümeti ve siyasi partileri “veli” edinmek, içinde yönetmek yetkisini de taşıyan “velayet” ilişkisini kurmak haramdır ve akıdevi bir sapmadır.[14] Üstelik bu yaptıklarını, bir kısmı “ibadet, takva ve Allah’a teslimiyetin gereği” olarak nitelendirirken, diğerleri de birlikte hareket ettikleri grupların bu tür söylemlerine suskun kalarak dolaylı onay vermekte, ayrıca bu tercihlerini de, çağın gereklerine uygun ictihat yaparak fıkıh geliştirme olarak nitelemektedirler.
“Tekfircilik” ile “Savrulma” Arasındaki “Vasat”ta Yer Alan İki Tutum
 
Yazısını birlikte değerlendirmeye çalıştığımız değerli kardeşimiz, dil konusunda şu kategorilerin varlığına dikkat çekiyor: “Bugün modern sorunlar ve olgular karşısında İslami görünümün veya İslamcılığın iki yanlış dili ile karşı karşıyayız. Birincisi, dünkü birikimini ve içtihatlarını donduran, bu donukluğu ilke ve akidevi netlik olarak sunmaya çalışan ‘eski dil’dir. İkincisi, eski yanlışları aşmak adına sosyal ve kültürel alanda daha modernist veya konformist hayat süren muhalif kesimlerle ilişkisini güçlendirmeye çalışan ve düşünsel sorunlarından post-modern söylemin değişkenleriyle kurtulmaya yönelen ‘çözülmüş dil’dir. ‘Eski dil’, dünün içtihat ve öğrenim dilini bugün akaidleştirmekte, kavramları ajitatif kullanımlara açan yorumlarla İslam’a ilgi duyanları demorolize eden çatışmacı bir üslup kullanmaktadır… ‘Çözülmüş dil’, cemaat anlayışındaki yanlışları ıslah edecek örnekliği üstlenmek yerine bireyciliği, modernleşmeyi ve tüketim toplumunun güçlü bir bireyi olmayı teşvik etmekte; verili kapitalist sistem içinde -nasıl olacaksa- “Müslümanca bir dünya oluşturma”yı dünkü öncelikli hedef aceleciliği ile tartışmaya çalışmaktadır. Bu çizgi ekonomik, sosyal, eğitim alanlarında sürekli olarak modern hayat düzleminde İslami proje imalatı peşindedir. Bu dil, İslamcıların toplumsal ve siyasal gündemle ilgili veya cahiliyyeye karşı fıtratla ve vahiyle buluşturucu özgürleştirici özgün referans temelli söyleminden çok; ‘emansipasyon’ temelli liberal, ikinci cumhuriyetçi, post-modern seküler özgürleşme çabalarıyla kendini ifade etmekten rahatsızlık duymamaktadır.” “… Bu bağlamda eski ve çözülen dili aşan bir “inşa ve ıslah dili”ne ihtiyaç duymaktayız.”
 
Kardeşimiz, “eski ve çözülen dili aşan inşa ve ıslah dili”ne ihtiyacımızın olduğunu ifade etmektedir. Aynı kavramlaştırmayı kullanarak meramımızı ifade etmek istersek, bu iki uçtaki dilin arasında kalan “vasat” diyebileceğimiz alan yeknesak mıdır? Hayır, burada da en azından iki dil ve iki tutum söz konusudur. Bunlardan birincisi, ikinci tutum yanlılarınca zannedilen veya susturmak için öyle bir konuma oturtulan tanımlamayla, “yorumunu mutlaklaştırıp akıdeleştiren”, “tekfirciliğe” yakın duran veya zaman zaman üslup olarak “tekfircilik”le karıştırılabilen bir dil ve tutumdur. İkincisi ise, birinci tutumdan bakıldığında, demokratikleşmeye meyilli, giderek daha çok seküler bir üslupla konuşan ve modernitenin nötr olmayan ideolojik kavramlarını kullanan, geleneksel cahiliyeye gösterdiği karşı çıkışı ve ıslah çabasını modern cahiliye söz konusu olunca zayıflatan, hatta ikircikli bir tutumla ona yakın duran bir dil ve tutumdur.
 
Görüldüğü üzere, kardeşimizin tasnifinde “tekfirci eski dil” ile “çözülme ve savrulma dili” olarak nitelenen iki uç arasındaki vasatta yer alan iki dil ve tutum da, birbirlerini bu iki uca kaymak konusunda uyarmakta ya da bu uçlarda yer almakla suçlamaktadırlar. Daha doğrusu, birinci dil ve tutumdakiler, diğerlerinin yıllardır süregelen olumlu birikimlerini, tevhidi mücadele içindeki önemli yerlerini ve güzel çabalarını dikkate alarak, son savrulma emarelerine rağmen, onları vasattaki “inşa ve ıslah dili”nin temsilcisi olarak kabul etmekte, ancak son üç yılda ve özellikle de referandum sürecinde giderek sistem içi demokratikleşmeye doğru meyletmeleri sebebiyle “emri bil maruf” sorumluluğuyla uyarmaktadırlar. Vasattaki ikinci tutumun temsilcileriyse, “inşa ve ıslah dili”ni sadece kendilerine tahsis edip, birinci tutum sahiplerini, dışlamakta ve doğrudan “tekfirci eski dil”in temsilcileri olarak damgalayıp mahkum etmektedirler.
 
Şimdi, bize göre hâlâ “inşa ve ıslah dili”ni temsil eden bu iki dil ve tutumun konumunu ve duruşunu pratikten kalkarak analiz etmeye çalışalım:
 
Birinci tutumun tesbitine göre ikincinin konumu, duruşu ve tevhidi mücadele açısından taşıdığı potansiyel riskler:
 
1 – Entelektüel birikime dayalı siyasal söylem ve eylemi güçlü, kendisini “İslamcılık”la tanımlamaktan kaynaklanan bir dürtüyle, İslam’ı ideolojik boyutta ele alarak, acil siyaset yapma eğilimi içine girerek seküler siyaset ve demokratikleşme riskini potansiyel olarak taşıyan bir duruş sergilemektedirler.
 
2 – Bir yandan, kendi eylem ve söylemlerinde bu konudaki eğilimlerini açığa vuran yaklaşımlar sergilemekte, demokratikleşme istikametindeki sistem içi mücadelede açık taraf olmakta ve sistem içi değişime yönelik şirk anayasası değişikliğine aktif destek kararı alıp sandığa gidip oy verebilmektedirler. Diğer yandan da, bizzat kendilerinin de, vahye aykırı yanlış bir yöneliş içinde ve sisteme eklemlenme konumunda gördükleri, “çözülen dil” olarak tanımladıkları, demokratikleşen, hatta laikliği bile ılımlı boyutuyla benimsediklerini açıkça ifade edip bunu kitlelerin gündemlerine taşıyan kesimlerle ortak bildiriler hazırlayıp, “İslami Kuruluşlar” adı altında yayınlamaktadırlar. Bu kesimlerle birlikte, aynı istikametteki sistem içi değişimlere aktif destek vererek, hem onlara meşruiyet kazandırarak, hem de kendi konumlarıyla ilgili risk iddialarına haklılık kazandıracak seküler bir konumda, süreklilik arz edecek bir biçimde yer almaktadırlar. Bu tutum sahiplerinin, sürekli birlikte hareket ederek, “İslamcı Kuruluşlar” adı altında ortak bildiriler yayınlayarak meşrulaştırdıkları ve bu ilkesiz ilişki sonucunda giderek kendilerinden demokratikleşme virüsünü kaptıkları kesimler hakkındaki bizzat kendi tespitleri şunlardır: … bireyciliği, modernleşmeyi ve tüketim toplumunun güçlü bir bireyi olmayı teşvik etmekte; verili kapitalist sistem içinde -nasıl olacaksa- “Müslümanca bir dünya oluşturma”yı (gündemine alan-MP)… liberal, ikinci cumhuriyetçi, post-modern seküler özgürleşme çabalarıyla kendini ifade etmekten rahatsızlık duymayan”. Mevcut cahilî sistemi aşma çabasından çok, rahatlatıcı bir entegrasyonu önceleyen yorum tarzlarının, modern durumu vahyî ölçülerle okumak değil, rahatlamak ve imkânlı olmak adına modernizmin peşine takılmak veya sistem içi egemen hadârete eklemlenmek anlamına geldiğini belirtmeliyiz”.
 
Özellikle referandum sürecinde ve sonrasında giderek daha fazla artan demokratikleşme eğilimi, verilen konferansların konu ve konuşmacılarına da yansımaktadır. Tunus ve Mısır halk ayaklanmalarından sonra bu ülkelerin kimi öncü İslami şahsiyetlerinin, “AKP modelinin esas alınmasından ve demokrasiden” yana açıklamalar yapmaları olumlu karşılanmakta, “İslami sisteme geçilemiyorsa, demokrasi neden olmasın” tavırları geliştirilmektedir. Ülkede aktif destek verdikleri AKP modelinin bölge Müslümanlarınca da özlemle arzu edilir hale gelmesi, sanki bu kardeşlerimize içten içe bir moral destek ve sevinç vesilesi de oluyor. Belki de, “AKP modeli hakkındaki tespitimizde ve ona desteğimizde yalnız değilmişiz, bütün bölge Müslümanları da bizim gibi düşünüyorlar” diye düşünüp, haklılıklarının bir kanıtı olarak da bu durumu görüyorlardır. Gelinen noktada, “despotizm olacağına demokrasi niye olmasın” diyerek yönelinen, “ölüm olacağına sıtmaya razı olalım” tarzındaki “ehven-i şer” mantığı giderek kanıksanıyor, kalıcılaşıyor, normalleşerek yaygınlaşıyor. Yakın bulduğumuz kardeşlerimizde de, kurdukları yanlış ve pragmatik ilişkiler sonucunda iz bırakıyor, bu istikamette tavır ve söylemler daha fazla sadır oluyor, daha fazla kabul görüyor. Sanki despotizmin alternatifi demokrasiymiş, Müslüman’ın özgün yolu, hedefi ve modeli, yokmuş gibi bir anlayış tevhidi kesimde geniş kabul görmeye başlıyor. Ve artık İslam-demokrasi senteziyle ilgili uzlaşma arayışları ve çoğulculuk söylemleri İslami imiş gibi normal karşılanıyor. Hatta toplumsal, siyasal, sosyal, ekonomik ve hukuki alanlarda “Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi” talebi, hem de kimi Müslümanlarca bile despotlaşma özentisi olarak nitelenebiliyor. Üstelik muhtevasını saptırarak model olarak ileri sürdükleri Medine Vesikasında bile, Yahudiler ve Müslümanlar arasında çıkacak ihtilafların çözümü için “Allah’a ve Resulüne gidilmesi” hükmüne yer verilmiş olduğunu görmezden gelerek.
 
3 – Türkiye çapında örgütlenme çabası ve Kur’an merkezli sahih İslam algısını yaygınlaştırma çabası bakımından hep takdir edip, birlikte hareket etmeyi ve yardımcı olmayı imani ve ibadi sorumluluk olarak gördüğümüz bu kardeşlerimizin, giderek ve abartılı biçimde sistem içi özgürlük mücadelesine endekslenmeleri, bu sebeple de sistem içi değişim ve demokratikleşme çabalarını aşırı sahiplenmeleri, hatta referandumda olduğu gibi fiilen içinde yer almaları İslami kesimde kafa karışıklığına yol açmakta, savrulma eğilimi zaten güçlü kesimleri ise daha fazla cesaretlendirmektedir.
 
4 – Toplumsal sorunlarla ilgilenmede, acil çözüm arayışı sebebiyle, daha çok sistem içi çözüm önerilerine yoğunlaşmaları, İslami çözüm önerilerini ise, şu anda pratik karşılığı yok gerekçesiyle ertelemeleri, sonuçta kendileri için demokratikleşme riskini arttırıcı rol oynamaktadır. Bu sebeple referandumda oy vermeyi de, seçimlerde sistemin laik partilerinden birisini seçmeyi de temel ilkelere aykırı bulmamakta ve sistemin kimi laik partilerine sıcak bakmaktan ve hatta onları “İslamcı” olarak nitelemekten kurtulamamaktadırlar. Ayrıca bu dil ve tutum, toplumsal sorunlar ve olaylarla ilgili eylem ve söylemlerinde Kur’ani kavram, ölçü ve ilkelere ısrarlı vurgu yerine, bu özgün kavramları giderek azaltan ve daha demokratik bir içerik ortaya koyan ve bu sebeple de vahye dayalı ıslah ve inşa dilini giderek flulaştıran bir dil ve tutum olarak ortaya çıkmaktadır.
 
5 – Geleneksel bid’at ve hurafelere oldukça net ve tavizsiz bir karşı koyuş ve ıslah çabasını gündemleştirmelerine rağmen, nedense giderek artan bir eğilimle, özellikle son yıllarda modern bid’at ve hurafelere aynı netlik ve tavizsizlikle yaklaşmadıkları dikkati çekmektedir. Geçmişte modern cahiliyeye karşı da, bugüne göre daha net ve daha açık tavır koyduklarına şahidlik yaptığımız bu kardeşlerimiz, modern cahiliyenin Kemalist ve despot olanına karşıtlıklarını hâlâ sürdürseler de, AB standartlarında demokratikleşme çerçevesine giren görece özgürlükçü modern cahiliyeye, İslam’a karşı doğrudan cephe açıp açıktan savaşmayan taguti yapılara karşı, tagut demekten bile uzaklaşarak, daha sempatiyle bakabilmektedirler. Bu bağlamda, kimi laik demokratik partilere ve oralarda görev üstlenen “musalli” şahsiyetlere gösterdikleri sempati, müsamaha ve desteği, hiç değilse temel akıdevi konularda daha yakın olmaları gereken, ancak kimi aşırılıkları, yanlışları da olan “selefi” kesimlere ve “Taliban”a göstermemektedirler. Hatta, birincileri yeri geldiğinde övgüyle anarken, ikincileri için tahfif edici, dışlayıcı, karalayıcı bir üslup kullanmaktan bile çekinmemektedirler. Üstelik, bu ikinci kesimlerin adlarını, başkalarını tahfif edip karalamanın da vasıtası kılacak kadar da ileri gidebilmektedirler. (Taliban kafalı, Selefi anarşist vb.). Sonuçta sistem içi siyasette rol alarak, Allah’ın hükmüyle hükmedilmeyen, tam tersine şirkle hükmedilen konumlarda bulunmaya sıcak bakan ve bu görevlerde yer alanları Müslüman kardeş sayan, buna rağmen tevhidi duyarlılık sahibi kimi direnişçi grupları (ki bizim de din algı ve uygulamasındaki kimi bid’atları, yanlışları, aşırılıkları sebebiyle eleştirdiğimiz, ancak işgale karşı onurlu direnişleri sebebiyle de takdir edip desteklediğimiz İslami direniş gruplarını), din algı ve uygulamalarındaki kimi yanlışları sebebiyle tahfif eden bir anlayış yaygınlaşmaktadır.
 
İkinci tutumun tesbitlerini de dikkate alarak, oradan bakıldığında birinci dil ve tutumun, duruşu ve tevhidi mücadele açısından taşıdığı potansiyel riskler:
 
1 – Bu birinci tutum sahipleri, yazısından alıntı yaptığımız kardeşimizce; “bir şura içtihadına katılma dilinden çok, yorumunu kesinleştiren ve keskinleştiren bir cedel dilini ön plana çıkaranlar”; “genellikle “istişare dili”ni veya “paylaşma dili”ni değil, toplu içtihadın şartlarına gerek duymayan ve kendi konumundan emin olarak “vaaz ve dikte dili”ni öne çıkaranlar;” metodolojik zayıflık (içinde) ve üslup düzeyleri bakımından tartışmalı olanlar; “ne söylendiğinden çok, ‘Karşıt görüşü nasıl sindiririm, sindiremezsem tahfif ederim?’ anlayışını” temsil edenler; İslam anayasasını zamansız dile getirerek “masalcılık ve romancılık” yapanlar olarak nitelenmektedirler.
2 – Ayrıca ikinci tutumdakilere ait pek çok yazıda bu kesim çok ağır ifadelerle nitelenebilmiştir. Yukarıdaki bölümlerde yapılan alıntılarda, bu karalayıcı, tahkir ve tahfif edici nitelemeler ortaya konduğu için burada tekrar zikretmiyorum. Bu nitelemelerle ilgili değerlendirmelerimizi ve yapılan haksızlığa dair yaklaşımımızı da yukarıdaki bölümlerde açıklamış bulunuyoruz.
 
3 – Bu kesim, ülke çapında yaygın olarak, ama bireyler ve küçük öbekler olarak, dağınık bir biçimde varlığını sürdürmekte, ülke çapında örgütlenmeye sahip bulunmamaktadır. Birinci gruba nazaran, (istisnaları olmakla beraber) genel olarak dünya ve yerel sorunlarla ilgili sosyal ve siyasal mücadele pratiği daha zayıf bir kesim olarak tanımlanabilir. Yine istisnalar haricinde, bireysel ya da küçük öbekler halinde tebliğ, eğitim faaliyetleriyle iştigal eden bu kesim, daha çok Kur’an dersi halkaları, dergi yayını ve kimi internet sitelerinde aynı amaçlı çabalar içinde bulunmaktadırlar.
 
4 – Sistem içi mücadeleye ve sistem içi kurumları ilkesizce kullanmaya daha mesafeli duran bu kesimler, akıdevi konulardaki hassasiyetleri, tevhidi ilkelerle ilgili tutumları daha net kesimler olarak tanınmaktadırlar. Bunların bir kısmı ise, işte bu duyarlılıkla, referandum konusundaki tarihi uyarı açıklamasının altına da imza atmış bulunmaktadırlar.
 
Ancak bu vasattaki iki tutumdan birincisine göre “demokratikleşme eğilimindeki” ikinci dil ve tutumun, birincisine yönelttiği eleştiriler havada kalmaktadır. Çünkü bu kesimin öncüleri, “ictihadlarını akıdeleştirmediklerini”, “tekfirci” olmadıklarını açık bir biçimde ortaya koymakta ve bu konudaki net tavırlarını yayınladıkları bildiri ve yazılarında da açıkça ifade etmektedirler. Birlikte hareket edip ortak bildiri yayınladıkları kesimler veya şahsiyetler içinde, “ictihadlarını akıdeşleştiren” ya da “tekfirci”lik yapan bir tek kişi bulunmamakta, tam tersine zaten artık iyice marjinalleşmiş “tekfirciler” tarafından kendileri de tekfir edilmektedirler. Ayrıca, bugüne kadar “tekdirci” olarak nitelenebilecek marjinal kesimlerle, herhangi bir konuda tek bir kere bile, “İslami kuruluşlar” veya başka bir adla “ortak bildiri” yayınlamamışlardır. Yani ikinci tutumun, birincilere yönelttikleri “yorumunu mutlaklaştırıp tekfir etme” ya da “tekfircilik” iddiası havada kalan mesnetsiz bir iddiadan ibarettir.
 
Halbuki, ikinci tutum sahiplerinin “demokratikleşme” riskini çok yüksek oranda taşıdıkları gerçeği, yukarıdaki maddelerde de ifade edildiği üzere, bizzat kendi ifadeleri, söylemleri ve eylemleriyle, tartışmaya yer bırakmayacak derecede ve apaçık ortadadır. Sonuçta bu demokratik kesimler ve bunlara ait sistem içi değişim yandaşı medya nezdinde akredite bir konuma gelerek, birtakım imkanlara sahip olarak, bu riskin daha da artması istikametinde ilerlemektedirler. Sistem içi pozisyonu uzun süredir benimsemiş ve kanıksamış olan “çözülen” kesimlerle iç içe geçtikleri bu süreçte, aynı “inşa ve ıslah dili”nin diğer tarafını oluşturan mü’minlerin bütün çağrılarına rağmen, istişari ortamlarda ortak bir dili yakalamak için belli periyotlarda onlarla bir araya gelme konusunda ise, son derece isteksiz ve uzak durmaktadırlar. Tevhidi ilkelerini koruyanlarla istişari birliktelik kurmaktan kaçınan bu kardeşlerimiz, artık sistem içi değişime eklemlendiklerini kendilerinin de kabul ettikleri kesimlerle ise, sistem içi değişimi destekleyecek bildiri ve eylemlilikler için istişari birliktelikleri daha kolay tesis edebilmektedirler. Üstelik, bu konuda Allah için uyaran aynı dilin savunucusu diğer kanadı mahkum edip karalayan bir üslupla, ağır, dışlayıcı, yaralayıcı eleştiriler yapabilmektedirler.
 
Esas tehlike ve yaygın yozlaşma, demokratikleşerek şirk sistemine eklemlenmek istikametinde olduğu halde, “inşa ve ıslah dili”nin bir kandını oluşturan yakın kardeşlerimiz, bu savrulmanın artık yerleşik parçası olduklarını kendilerinin de kabul ettikleri “çözülmüş dil” müntesibi çevrelerle, birlikteliklerini arttırarak, pekiştirerek ve üstelik “İslami Kuruluşlar” adını bunlara bizzat kendileri vererek bütünleşmektedirler. Giderek kalıcı hale getirdikleri ilişkilerle meşruiyet kazandırdıkları bu çevrelerle “istişare” yapmayı ve sistem içi siyasete destekte birlikte hareket etmeyi tercih ederek, bunlar ve arkalarındaki iktidar gücüyle yakınlaşarak, bu kesimlerde ve çevrelerindeki savrulmaya önemli katkılar sunmakta ve kendi çevrelerindeki Müslümanların da kafasının karışmasına yol açmaktadırlar. Bu büyük savrulma ve dönüştürme tehlikesine dikkat çekerek tevhidi ilkeleri, vahyi ölçüleri hatırlatanların “inşa ve ıslah” çabası ise, maalesef bu kardeşlerimizce, “tekfircilik” diye damgalanıp susturulmaya ve bu “emri bil maruf” görevi etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır. İşte bu gidiş “inşa ve ıslah dilinin” demokratikleşmeye meyilli ya da en azından bu riski taşıyan kanadını daha ciddi risklere doğru sürüklemektedir. Üstelik bu kardeşlerimiz, sistem içi demokratikleşemeye, sivil anayasa taleplerine dair kolayca “ortak bildiriler” yayınlarken, nedense sıra “Füze kalkanı”, “Balyoz davası” vb konulara geldiğinde yalnız hareket etmek durumunda kalmaktadırlar.
 
Bu Değerlendirme ve Analizin, Daha Güvenli ve Daha Sağlıklı Bir Gelecek İnşası Bakımından Gerekliliği
 
Buraya kadar yaptığımız tesbitler, değerlendirmeler, eleştiriler ve zaruri açıklamalar kaçınılmaz bir gereklilikti. Çünkü bazı değerli kardeşlerimiz, dergi sayfalarında ve internet ortamında, çok sayıda yazılar yazarak aylarca bu konuları işlediler ve kendi zaviyelerinden, genelde “Tevhidi Duyarlılık Çağrısı” başlığıyla yayınlanan “Zaruri Açıklama”ya imza atanlara ve özelde ise bize yönelik eleştiriler yaptılar. Bir kısmından alıntılar yaptığımız, bir kısmını ise internet ortamında bıraktığımız bir çok yazıda bunu yaparken de, yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere, eleştiri hudutlarını çok aşan, tahkir ve tahfifi, hatta adaletsiz, haksız isnatları ve kimi iftiraları da içeren bir muhtevaya yer verdiler.
 
Bu sebeple, bir yandan, yapılan tesbitlerin bizim bulunduğumuz yerden nasıl göründüğünün, bunların yanlış, hatalı ve haksız kısmının, ayrıca adaletsiz, tahkir ve tahfif edici yanlarının ortaya konması ve buna tevessül edenlerin üslup ıslahı yönünden uyarılmaları önemli bir gereklilik ve hatta ciddi bir sorumluluktu. Üstelik binlerce kişiye ulaşmış bulunan bu yanlışların düzeltilmesi, adil olmayan nitelendirmelerin izale edilmesi bakımından gerekli olan bizim bu açıklamalarımız, hiç değilse ancak yüzlerce kişiye ulaşarak, hakkın yerini bulmasını kısmen sağlayabilecekti. Aksi takdirde, hakkımızda tüm yazılanlar, haksızlıklar, adaletsizlikler, hak edilmeyen yakıştırmalar karşısında suskunluğumuz, bilmeyen kişiler nezdinde, tarafımızdan da kabul edilmiş haklı eleştiriler olarak algılanabilecekti. Bu ise, hem hakikatin ortaya çıkmasına, hem kendimize, hem de üçüncü şahıslara karşı zulüm olacaktı. Diğer yandan da, bu kardeşlerimizin, bu tür yanlışları bir daha tekrarlamamaları için, kendi tutum ve üslupları üzerinde bir daha düşünmelerine, tercihlerini bir daha değerlendirmelerine vesile olmak da, onlara karşı kardeşlik hukukumuzun ve emri bil maruf sorumluğumuzun bir gereğiydi. Ayrıca bu yazılarda, kanaatimizce, İslami ölçü ve hükümlere aykırı pek çok düşünce açıklaması ve yorumlar, çıkarımlar, örneklendirmeler, kıyaslar söz konusuydu. Kamuya açıklanan bu düşüncelere mesnet kılınan ve bize göre yanlış olan kimi tespit, kıyas, yorum ve dayanaklarının, Kur’ani ölçüler çerçevesinde bizim baktığımız yerden nasıl görülüp değerlendirildiği hususunun da, yine aynı yollarla kamuya açık biçimde ortaya konması, hem bu kardeşlerimize karşı, hem diğer Müslümanlara karşı “emri bil maruf” sorumluğumuzun gereğiydi. Aynı zamanda, birlikte müntesibi olmak şerefini taşıdığımız tevhid dininin, taguti sisteme ve bu sistem içi mücadelelere ilişkin yaklaşımının ortaya konması, yapılan aşırı ve yanlış yorumların düzeltilerek, daha isabetli çıkarımların yapılabilmesine katkı sunulması da İslami sorumluluğumuzdu.
 
Ayrıca, geleceğe birlikte yürümek, daha sağlıklı ve emin adımlar atabilmek, ancak bugüne kadar yaşananların iki taraflı olarak ele alınıp, adaletle ve dengeli biçimde değerlendirilmesi sonucunda imkanlı hale gelebilirdi. Bu da ancak, tarafların kendilerini, yaklaşımlarını ve değerlendirmelerini özgürce ifade etmelerinden sonra mümkün olabilirdi. Bir taraf bunu, çok sayıda mensubuyla çok sayıda yazıyla gerçekleştirmiş, ama suçlanıp, sorgulanan ve mahkum edilen taraf henüz bunu yapmamıştı. İşte bu yazı serisinin bir bölümünde bu açık kısmen kapatılarak, böylece hem muhatabımız olan kardeşlerimize, hem de onların kamuya açıkladıkları hakkımızdaki tespit ve nitelemelerinden haberdar olan okuyucuya, tek taraflı değil, bütüncül ve sağlıklı değerlendirme imkanı sunulmuş oldu. Bu değerlendirme, öz eleştiri ve açıklamalar sonucunda, her birimizin kendimizi, düşünce, üslup ve tutumumuzu yeniden gözden geçirebileceğimiz, sükunetle halimizi ve yaptıklarımızı bir daha sorgulayarak yeni bir başlangıç yapmak üzere daha elverişli bir vasata doğru adım atabileceğimizi düşünüyorum ve bunu İslami sorumluluğumuz olarak da gerekli görüyorum. Tabii ki, bu konuları, daha önce defalarca ve ısrarla rica ettiğimiz, özel ilmi istişare toplantılarında yapabilseydik, ama maalesef izah ettiğimiz sebeplerle hep sanal ortamlarda ele almak ve tartışmak zorunda kaldık. Ama yine de, hiç konuşulmaması, üstünün örtülüp geçilmesinden daha hayırlı olan oldu. Karşılıklı fikirlerimizi Müslüman kamuoyu önünde arz ettik. Artık her şeye rağmen yeni bir başlangıcın yapılabileceği şartları da birlikte oluşturmaya çalışmamız gerektiğine inanmaktayım. Yaptığımız çok temel konulardaki yanlışlara rağmen, bizi kardeş yapan akıde ortak paydamız devam ettiği sürece de birlikte olmanın şartlarını oluşturmaya mecburuz. İşte bu büyük sorumlulukla, geçmişin yanlışlarından sıyrılıp, zaaflı birikimleri tedavi ve telafi edecek adil ve merhametli adımları atarak, ilmi şura ortamları oluşturarak, feraset ve basiretle hareket etmeli, nefsani, hizbi kırgınlıkları aşarak, Allah yolunda yeniden birlikte olmanın samimi çabası içine girebilmeliyiz.
 
Şüphesiz ki, yukarıda ifade edilen gerekliliklerle, buraya kadar ki değerlendirme ve eleştirileri yapmış bulunuyoruz. Yoksa amacımız hiç kimseyi, üzmek ya da rahatsız etmek değildir. Çok dikkat etmemize ve karşılıklı hukukumuzu korumaya çalışmamıza rağmen, yine de ifadelerimiz arasında kardeşlerimize yönelik asla arzu etmediğimiz herhangi bir haksızlık ya da rencide edici bir üslup kaçağı olduysa, kendilerinden özür diler, helallik isteriz. Rabbimiz hepimizi affetsin ve kalplerimizde mü’minlere karşı kin ve husumetin oluşmasına fırsat vermesin. Bizleri tevhidi akıdede gerçek anlamda bütünleşen kardeşler kılsın.
 
“Tekfirci Dil” ile “Savrulup Demokratikleşen Dil” Arası “Vasat”taki “Vahyin İnşa ve Islah Dili”nde Bütünleşme Çağrısı
 
Bu değerlendirmelerden sonra bize göre yapılması gereken; uzak durulması gereken yanlış iki ucun ortasında kalan vasatta yer alan aynı dilin bu iki kanadının, birbirine vahyi ölçüler içinde “emri bil maruf” görevini yerine getirmede sorumluluk sahibi bir bilinçle davranmalarıdır. Evet yapılması gereken şey, birlikte daha güçlü bir biçimde uçabilecek ve ancak birbirlerine yönelik uyarı ve katkılarla istikameti koruyabilecek bu iki kanadın, birbirlerini bu inşa ve ıslah dilinin vasatında birleştirerek, iki uca kaymaktan alıkoyacak bir adalet ve merhametle hareket etmeleridir. Söz konusu iki uçtan uzak bu iki tutumu, “vasat”ta buluşturup, birleştirip güçlendirerek, diğer uçlara kayma potansiyeli olan çevreyi de koruyacak bir şahidlik gerçekleştirmeye çalışmalarıdır.
 
Tabii ki, bu iki kanattan “demokratikleşme” riski altında olanı ülke çapında örgütlenmeye çalıştığı gibi, diğer kanat da en kısa zamanda bireyler ve küçük öbekler olmaktan çıkıp, ülke çapında örgütlü bir yapı halinde organize olmalıdır. Bu kesim de güç birliği yaparak, tevhidi ilkelere bağlı, taguti sistemin, baskıcı ve görece özgürlükçü kanadı da dahil bütününe karşı Kur’an merkezli ve Resulün örnekliğinde ortaya konan ilk Kur’an neslinin mücadele sünnetinin ilkelerini günümüze taşıyarak modelleştirecek bir pratik ortaya koymak üzere bir an önce harekete geçmeli ve topluma neyi, nasıl yapması gerektiğinin örnekliğini sunmalıdır. Teorik tebliğ ve eğitimle sınırlı kalmayan bir şahidliği de, hem bireysel, hem yerel öbekler, hem de ülke çapında kuşatıcı bir yapı halinde ortaya koyarak, ıslah ve inşa sorumluğunu daha yaygın bir biçimde örgütlemelidir. Ondan sonra da, bir süredir ülke çapında örgütlenme çabası içinde olan diğer kanatla ilkeli bir birlikteliğe doğru gidecek sürecin içinde yer almalıdır.
 
Bizler “inşa ve ıslah dili”nin önemli bir birikimi ve kazanımı olarak değerlendirmekle beraber, “demokratikleşme” ve sistem içi siyasete eklemlenmek suretiyle, inkılabi ruhu kaybetme riski altında gördüğümüz kardeşlerimizi, birbirimizin velisi olduğumuz bilinciyle ve “emri bil maruf” sorumluluğumuz gereğince, Allah rızası için ve ibadet bilinciyle, bu riske karşı uyarmaya devam edeceğiz. Onları ve tevhidi mücadeleyi istikamet üzere tutmaya yönelik çabalarımızı bundan sonra da inşallah hikmet, merhamet, adalet ve basiretle, inşa ve ıslah dili çerçevesinde sürdüreceğiz.
 
İkinci kanada mensup kardeşlerimiz de, bizde olmamakla beraber, eğer hâlâ “tekfirci” ve “yorumunu akıdeleştirip dayatan” bir dile doğru savrulmakta olduğumuzu görürlerse, onlar da aynı kaygı ve ölçülerle bizi uyarmaya, bize karşı “emri bil maruf” görevlerini yerine getirmeye çalışmalıdırlar. Ama lütfen onlar da, bizim yaptığımız gibi, ilmi ölçüleri esas alıp, aynı şekilde, hikmet, merhamet, adalet ve basiretle, inşa ve ıslah dili çerçevesinde bizi uyarmayı sürdürsünler. Bu karşılıklı sorumluluk, İslam kardeşlik hukukunun, velayet ilişkisinin üzerimize yüklediği önemli bir mükellefiyet ve her iki tarafın da büyük ihtiyacıdır. Vasattaki bu iki tutum, bu ülke ve bölge için tevhidi modelin üretilmesi ve İslami kimliğin sahih hatlarda korunup geliştirilmesi ve ümmetin vahiyle inşası bakımından önemlidirler ve bu önemlerine uygun davranma feraset ve basiretini göstermek konusundaki sorumluluklarını müdrik biçimde davranmalıdırlar. Birbirlerini uyararak, zaman zaman ortak faaliyetler yapıp yakınlaşmaya çalışarak, bir yandan birbirlerini bu iki uca kaymaktan alıkoymaya ve vahyin inşa ve ıslah dili olan vasat ortak dil ve tutumda bütünleşmeye çalışmalı, bir yandan da Müslümanları yanlış olan iki uçtan uzak tutmaya ve doğru istikamete yönlendirmeye çaba göstermelidirler. Hatta bu güç birliğinin oluşturacağı moral ve motivasyonla, doğru istikameti yakalamasından ve inşallah Hakkı temsildeki isabetinden dolayı Allah’ın vaat ettiği yardıma müstahak olarak celp edeceği ilahi yardım ve rahmet sonucunda, yanlış olan iki uca savrulmuş iyi niyetli kesimleri de tekrar kazanma imkanı da doğabilecektir.
 
“İnşa ve ıslah dili”ne sahip bu iki kanadın, birbiriyle ilişkide alması gereken bu yardımlaşma, dayanışma ve birbirimizi ıslah etme, arındırma pozisyonu, Allah rızası ve İslami sorumluluk bilinciyle yapıldığında, cahiliye toplumu içindeki mücadele süreçlerinde kaçınılmaz olan kirlerden uzaklaşma, “ruczdan hicret etme” emrinin de önemli bir uygulamasını oluşturarak, ibadet hüviyeti kazanacaktır. Gerektiğinde Allah rızası için ilmi ölçülerle uyararak, gerektiğinde küfre, şirke ve ifsada karşı tevhid ve adalet mücadelesinde birlikte faaliyet yaparak yardımlaşan, gerektiğinde külfetleri, hizmetleri ve imkânları paylaşıp, Allah yolunda hayırda ve fedakarlıklarda yarışan bir dayanışmayla hareket etmeyi başarmalıyız. Bu süreçte, karşılıklı üslup hatalarının ve kimi ilkesiz tutumların yol açtığı güven sorununu, ilmi istişare ortamlarındaki samimi görüşmelerle ortak noktalara ulaşmak suretiyle aşarak, ilişkilerimizi Kur’an ve Resulün ahlakını kuşanmak suretiyle tedavi ederek, yeniden doğru bir istikamete birlikte yönelerek kucaklaşmayı başarmalıyız. Ülke çapında, Kur’an ve sahih sünnete dayalı doğru İslam algısında bütünleşen Kur’an toplumu nüvesini oluşturma ve buradan kalkarak ümmeti vahiyle yeniden inşa etme hedefine doğru birlikte yürümeliyiz. Eğer ortak bir akıdemiz varsa ve bu akıde bizi kardeşleştiriyorsa (ki biz yapılan yanlışlara rağmen bunun halen var olduğuna inanıyoruz), tevhidi stratejik yürüyüşümüzü, dar hiziplerimizi aşarak, hizip kardeşliği yerine Allah indindeki tevhidi gerçek kardeşliği belirleyici kılarak, ilkeli, onurlu bir biçimde ve kardeşlik hukuku içinde birlikte sürdürmeye mecbur olduğumuzu idrak etmeliyiz. Öncelikle bu ülkede, sonra da bu bölgede, laik liberal ya da sosyalist demokratik modelelere doğru kaymanın hızlandığı bu süreçte, bağımsız İslami kimlik ve bağımsız kuşatıcı yapısıyla, Kur’an toplumu şurasını oluşturmaya doğru samimi ve fedakâr adımları atmak, tüm bölgeye örnek olacak Kur’an toplumu modelini üretmek, hepimizin ortak sorumluluğudur.
 
Sahici anlamda ve nitelikli bir ilmi istişareyi önemsemek ve gerçekleştirmek gerektiğini de anlamalıyız. Özellikle hepimizi ilgilendiren, ülkedeki İslami mücadelenin temel stratejisi ve istikameti bakımından önemli olan ve birbirimizle ilişkilerimizi etkileyebilecek konularda, mutlaka, birlikte hareket eden farklı öbek ve şahsiyetleri, farklı yaklaşımları temsil kabiliyeti olan şuralarda gerçek bir istişare, nitelikli bir katılımla ortak kararlara varmaya çalışmak gerekmektedir. Bu tür önemli konularda kararlar, birbirimizi ilmi ölçü ve delillerle ikna ederek ve ittifakla alınmalıdır. Eğer ikna edemezsek ve mutabakat mümkün olmaz ise, o konuda, aramızdaki hukuku ve birlikteliği zedelemeyecek, kardeşliğimizi zaafa uğratmayacak biçimde orta bir yol ve yöntem konusunda uzlaşma esas alınmalıdır. Bugüne kadar bu konulardaki sorumlulukların ihmal edilmesi ya da önemsenmemesi yüzünden ortaya çıkmış bulunan geçmişteki hatalarımızı birlikte telafi ve tedavi ederek, Allah’ı razı etme ve sadece O’na kul olma hedefimizle, ümmet bilinciyle ve ümmeti yeniden inşa etme iddiamızla bağdaşan bir kardeşlik ve birliktelik hukuku geliştirerek, hizipleri aşan kuşatıcılıkta gerçek bir imani kardeşliğin oluşmasına hep birlikte (hesabilikten ve hizipçilikten uzak) samimi katkılar sunmalıyız.


[1] Bu söyleşinin 6. Bölümünde şunları ifade etmişiz: “Şahsen, AKP’yi ve bilinen öncü kadrolarını, onlara ve politikalarına eklemlenen tevhidi uyanış süreci öbek ve öncülerine nazaran, daha tutarlı ve dürüst görenlerdenim. Çünkü AKP öncüleri İslam algıları ve pratikleri bakımından hep bu konumda bulunmakta ve sürekli bu yöntemi takip etmekteydiler. Onlar zaten, sistem içi laik-demokratik çizgide, halkın biraz daha özgürleşmesi, iktidar ve ranttan payını alması amaçlı bir çaba içindeydiler. Bugün pragmatizmle onlara eklemlenen İslami grup ve şahsiyetler ise, eskiden, doğrudan tekfir etmeseler de, bu konuma ve yönteme olumlu bakmayan, bu yaklaşımı İslami ve meşru bulmayan bir düşünceye sahiptiler. Üstelik, AKP ve öncüleri, İslami bir yapı oldukları iddiasında da değildirler. Ayrıca, bu laik-demokratik konumlarını, en azından eklemlenenler kadar İslami göstermek çabası içinde de değildirler. Halbuki pragmatizmle onlara sonradan eklemlenenler ise, bir yandan İslami kuruluş olduklarını söylüyor ve halkı Kur’an’a çağırma çabası da gösteriyorlar. Diğer yandan da, bir süredir, aynı zamanda Kur’ani davetle asla uyuşmayacak olan, sistem içi demokratikleşmeye de çağırmaktadırlar. Üstelik bu batıl çağrıyı da, İslami ve meşru göstererek, hatta ibadet ve takva olarak tanımlayarak, sistem içi değişime teolojik alt yapı hazırlama vebalini de üstlenerek bunu yapmaktadırlar.
 
[2] Şirk anayasasında taguti niteliğini koruyarak yapılan, taguti kurumlarını yeniden yapılandırmaya yönelik anayasa değişikliğine, “evet” oyu vererek fiilen katkı vermek, ilahi vahyi esas almayan teşride bulunmak anlamında doğrudan şirk amelidir. Tabii ki, bu amelin işlenişine iştirakte, kişinin niyeti, gerekçesi, amacı ve tevili dikkate alındığında, şirk sistemini ve taguti anayasasını reddettiği, benimsemediği ve imanını koruduğu halde, kendince ürettiği birtakım maslahatlarla bu ameli işleyen mü’min, yanlış yapan kardeşimiz olur.
[3] Bilmeliyiz ki, söylem boyutu ağır basan siyasal plandaki şahidlikten daha önemli ve öncelikli olan şahidlik, bilgimizi ahlak edinerek sosyal planda, toplumsal ve insani ilişkilerde ortaya koyacağımız örneklik ve vahyi sosyalleştirme sorumluluğudur ki, en çok zaaflı olduğumuz alan da budur. Bilgiyi fetişleştirmeden ve bilgiyle şımarmadan, entelektüel olmak için değil, ahret için ameller yapma hedefini esas alarak bilgilenmeliyiz. İbni Hazm’ın da ifadesiyle “Bilgilenmek ahiret için amel üretmek hedefli olmalıdır”. Eğer bilgi bilince ve ahlaka dönüşmüyorsa, davranışları yönetmiyor, şekillendirmiyorsa, sahibini büyük bir belaya sürükleyecek fonksiyon görmeye başlar. Bu sebeple, bilgisi az, ama onu Allah rızası için amel ve ahlak haline dönüştürerek, mümin kardeşleriyle merhametle kucaklaşarak kolektif iradeyi oluşturabilen, nefsani eğilimlerinden fedakarlık yapabilen ve İslami, insani sorumluluklarını güzel bir ahlaki örneklikle yerine getirebilen, sosyalleştiren bir Müslüman, bilgisi çok ama bu bilginin getirdiği kibirle diğer Müslümanlara tepeden bakan, kardeşleşemeyen, birlikte hareket ahlakını kuşanamayan ve güzel ahlaklı örneklikler oluşturamayan, bilgiyi ahlak haline dönüştüremeyen bir Müslüman’a nazaran daha değerli ve anlamlıdır ve inanıyorum ki Allah katında da daha takvalı ve değerli sayılabilmeye daha layık olabilecektir. Bu sebeple bilgiyi önce bilince sonra da davranışa, ahlaka dönüştürerek, sosyal hayat içinde görünür kılarak, hayatın bütün alanlarında vahyin şahidliğini yapmalı, yani kâl (söz) ile davetten önce hâl ile daveti gerçekleştirmeyi başarmalıyız. Toplum içinde güzel ve örnek ahlakıyla model olacak, insani, ailevi, komşuluk, ticaret vb tüm toplumsal ilişkilerde İslam hukukunu ve ahlakını ete kemiğe büründürecek ve mü'minler arası kardeşlik hukukunu samimiyetle işletecek, nefsimizi denetim altına alarak Allah için fedakarlıkta yarışacak şahsiyetler olmaya çalışmalıyız. Mü’minler arası ilişkilerde sevgiyi, merhameti, adaleti belirleyici kılan, îsar ahlakını kuşanan, bütün toplumsal ilişkilerde, Kur'an'ın ilke, ölçü ve değerlerini, ilk şahid Resulün ve eğittiği ilk neslin örnekliğinde, ihlasla topluma yansıtan model İslami şahsiyetler olma sorumluluğumuzu yerine getirmek üzere seferber olmalıyız.
[4] 73/ Müzzemmil 5
[5] 61/ Saf 2-3
[6] 02/ Bakara 44
[7] Belki az sayıdaki kimi yorumcuların, ya tercihen ya da meramını ifade edememekten kaynaklanarak “tekfirci” imajı veren tutumlar sergilemeleri söz konusu olmuşsa da, bunun, tevhidi duyarlılık bildirisini imza eden, aynı duyarlılıkla referanduma oyla destek vermeyi eleştirme amaçlı yazı yazanlara ve yorum yazanların tümüne genelleştirilip, bu tür karalamalara, yaftalamalara tevessül edilmiş olması gerçekten hem çok ayıp, hem de çok haksız bir tutum olmuştur.
[8] “İslamcılık Tercihini Müslümanlık Üzerinden Yapmaktır", http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=19056
[9] 04/Nisa 59
[10] 02/Bakara 256, 16/Nahl 36
[11] 02/ Bakara 11-12
[12] 05/ Maide 48, 49
[13] 05/ Maide 44-47
[14] 05/Maide 51, 55 - 04/Nisa 139 - 03/ Ali İmran 28, 118
Bu içerik 2044 defa görüntülendi.
 
 
MAKALENİN YAZARI

Mehmet PAMAK
  Yazarın Diğer Makaleleri

 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon