Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   PANELLER  >  2010
 
´Askeri Vesayet Düzeninde TSK´ Panelinden Notlar ve Öneriler
Tarih: 25/03/2010
   


İLKAV’ın sistemin temel kurum ve politikalarını hak ve adalet ölçüleriyle ele alan, bütün boyutlarıyla tahlil edip, ıslah eksenli eleştiri ve öneriler ortaya koyan panelleri serisinden sonuncusu “tabu kurum” TSK hakkında gerçekleştirildi.

İLKAV’ın sistemin temel kurum ve politikalarını hak ve adalet ölçüleriyle ele alan, bütün boyutlarıyla tahlil edip, ıslah eksenli eleştiri ve öneriler ortaya koyan panelleri serisinden sonuncusu “tabu kurum” TSK hakkında gerçekleştirildi.

YAŞ'zede Binbaşı Yavuz Ay, Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya ve İLKAV Başkanı Mehmet Pamak'ın konuşmacı olarak katıldığı "Askeri Vesayet Düzeninde TSK" paneli yoğun katılımla İLKAV konferans salonunda gerçekleştirildi.

Aynı zamanda oturum başkanı olan Mehmet Pamak, panelin başında hem bu tür sistem içi konuları neden gündeme aldıklarına, hem de "neden TSK?" sorusuna açıklık getiren bir açıklama yaptı.

"Bildiğiniz gibi Müslümanlar olarak bizim mücadele çizgimiz: Allah'ı razı etmek amacıyla, arzda halife kılınmanın ve Kur'an emanetini yüklenmenin gereği olarak, yeryüzünde zulmün ve fesadın kaldırılıp adaletin ikamesi ve ıslahın sağlanması, bütün varlıkların yaratıcısı Allah'ın hükümlerinin hakim olduğu, insanlık onurunun ve insani erdemlerin korunduğu, Allah'ın bütün kullarının kendilerini bu imtihan dünyasında özgürce gerçekleştirmesine fırsat veren bir barış ve özgürlük vasatının ihdası için tevhid, adalet ve özgürlük eksenli bir mücadeleyi ısrarla sürdürmektir. Bu amaçla, mücadelemizin temel stratejisi, şirk sistemi içindeki görece iç değişime eklemlenmek yerine, Kur'an'la cihadı ikame edip vahyin şahidliğini yapmak suretiyle tevhidi toplumsal değişime vesile olarak, Kur'an'la önce toplumu ve sonuçta sistemi köklü bir değişime uğratmaktır. Sorumluluğumuz, Mekke'de vahyin ilk muhatabı olan ilk Kur'an neslinin yolunda Reslullah'ın (s) bizim için şahid-model kılınan mücadele sünnetini izleyerek, Kur'an'ın aydınlatıcı, kurtarıcı mesajını merhametle en yakınlarımızdan başlayarak tüm insanlara ulaştırıp, vahyin tebliğ ve şahidliğini yapmak suretiyle sağlanacak toplumsal değişimle adalet sistemine zemin hazırlamaktır.

Bizler işte bu Kur'ani, tevhidi mücadele yolundaki, tavizsiz, ilkeli ve uzun soluklu yürüyüşümüzü istikrarlı ve azimli bir biçimde sürdürürken, zalim şirk sistemi içinde, zulumatın daha koyu tonlarından daha gri tonlarına, daha zalim ve baskıcı bir şirk sisteminden, görece daha adil ve daha özgürlükçü şirk sistemine geçiş anlamındaki sistem içi değişim çabası içinde olanları da, tüm insanlara Allah'ın lütfettiği temel hak ve özgürlüklere riayete, zulümleri kaldırmaya, haksızlıklara son vermeye çağırmalı, bu istikamette adım atıldığında da takdir ve teşvik etmeliyiz. Çünkü tebliğimizin muhatabı olan bütün halk kesimlerine ve bizlere yapılan zulümler konusunda kısmen de olsa geri atım atılması, hem vahyin şahidliğini yapacak davetçilere hem de bu davetin muhataplarına, özgürce çaba gösterme ve özgürce tercih yapma imkanı vererek bir nefes alma vasatı sağlayacaktır. Bu sebeple bizler, sistem içi değişimcilere, hiç değilse esas aldıkları Batı standartlarına uymaları, altına imza attıkları insan hakları sözleşmelerinin hükümlerine sadakat göstermeleri çağrısı yapabiliriz. Bu bağlamda sistemi daha özgürlükçü bir çizgiye doğru değişmeye zorlayacak çabalarla, sistemin zulmeden kadrolarını, hukuksuzluğa bulaşmış kurumlarını ve zulümlerini, hukuksuzluklarını ifşa edip topluma tanıtarak geri adım atmaya, hiç değilse kendi bağlı oldukları batının insan hakları ölçülerine sadakate zorlayabiliriz. Böylece hem değiştirmek istediğimiz sistemi ve zulümlerini ifşa ile davetimizin muhatabı topluma tanıtarak, despot şirk sistemine yönelik muhalefet bilincini yükseltip yaygınlaştırmak suretiyle toplumsal dönüşüme katkı sunma, hem de zalimleri ve zulümlerini gerileterek davetçi ve davetin muhatabı arasındaki ilişkinin daha özgür bir ortamda kurulup gelişmesine zemin hazırlama, bu suretle halka ve davetçi kadrolara alan açma imkânı bulabiliriz. Bu sebeple tevhid-adalet-özgürlük mücadelemizin bir boyutu da bu anlamda mevcut sistem içinde zulmü ve zalimleri geriletip, halkımızın ve tevhidi mücadelemizin daha özgür bir ortama kavuşması için çaba göstermektir. Bu bağlamdaki çabalarımız da çeşitli etkinlik ve eylemliliklerimizle devam etmektedir.

İşte bu bağlamdaki çabalar nevinden olmak üzere, İLKAV olarak, Türkiye'nin devlet ve toplum olarak çürüyüp yozlaşmasına, sorunlar bataklığında boğulmasına yol açan temel politika ve uygulamalarını, sorunların oluşmasına ve giderek büyümesine ve çözümsüzlüğe mahkûm olmasına sebep olan egemen kurumlarını sırayla masaya yatırmaya, halkı düşman ilan edip onun kimlik, değer, hak ve özgürlüklerini yok eden kurumlarını ve hukuksuzluklarını panellerde ele alıp hesaba çekmeye yönelik çabalarımızı sürdürüyoruz. Yaşanan derin ifsadın müsebbibi kurumlarla ilgili tahlil ve eleştiriler yapıp ıslahı gündemleştiren, halkımızın hak ve özgürlüklerinin önünü açacak önerilerde bulunuyoruz. Önce Eğitim sistemi ve politikalarını, resmi ideoloji kıskacında seküler, materyalist, dogmatik geri programlarla insanımızı militarize edip, "kültürü ve nesli ifsad edip" fıtratları bozan, yeni nesilleri yozlaştırıp birbirin kurdu haline dönüştüren, insani erdemleri çürütüp insanlık onurunu ayağa düşüren, eğitimi öğütüme dönüştüren tahrip edici uygulamaları eleştirip öneriler getiren bir eğitim paneli gerçekleştirdik. İkinci olarak bizzat asker bürokratların ve Diyanet yetkililerin de ifadesiyle sistem için Genelkurmay kadar önemsenen ve laik Kemalist devlet adına dini ve dindarı baskı, denetim ve yönlendirme altında tutan Diyanet İşleri Başkanlığı ve resmi din algısını ele alıp eleştiren ve önerilerde bulunan bir panel gerçekletirdik. Üçüncü olarak askeri vesayet düzeninde resmi ideoloji ve asker bağımlısı yargıyı, egemen oligarşinin halkı terbiye edici kırbaç gibi kullandığı, halkı hizaya sokmak için ideolojik kararlar vererek sık sık yargı darbeleri gerçekleştiren yargı oligarşisini ele alıp eleştiri ve önerilerde bulunan bir panel gerçekleştirdik. İnşallah bugün de, tüm bu kurumların üzerinde belirleyiciliği ve vesayeti olan, bu sebeple de ülkedeki tüm sorunların ve çözümsüzlüklerin kaynağında yer alan TSK'yı, belki de bu boyutta ilk defa bütün yönleriyle, hukuk, insan hakları, adalet ve özgürlükler açısından ele alıp, TSK hakkında mümkün olduğunca tam bir resmi ortaya çıkaracak değerlendirme, eleştiri ve önerilerle ele almaya çalışcağız.

İşin başından beri, tek örgütlü ve silahlı güç olarak ordunun devleti kurması ve sahibi olduğunu ilan etmesi, ondan sonraki tüm süreçlerde, siyaset ve tüm iç ve dış politikalarda tek belirleyici ve nihai sözü söyleyen güç olması, ülkeye egemen kılınan resmi ideolojinin silahlı dayatıcısı ve bekçisi olması, bu sebeple bütün sorunların kaynağı ve kırmızıçizgiler dayatarak çözümsüzlüğün sebebi olması, yargı, medya, eğitim, ekonomi üzerindeki etkisi, yönlendirmesi, zorunlu askerlikle ve Milli Güvenlik dersleriyle toplumun bütün kesimlerine resmi ideoloji dayatıp, tüm toplumu militarize etme, resmi ideoloji çizgisinde terbiye etme konumunu elinde bulundurması, sonuçta devlet içinde devlet olması, devletin bütününe de egemen olması sebebiyle bir darbenin yıl dönümünde TSK'yı bütün boyutlarıyla ele almak istedik. Gelinen noktada, "can, mal, din güvenliğimizi ve temel haklarımızı TSK'dan nasıl koruyacağız" endişesini yaşadığımız bir süreçte TSK'da yaşanan ve bütün devleti kuşatan derin çürüme ve yozlaşmanın sebebini tartışmak ve çözüm önerilerinde bulunmak için bu paneli düzenlemiş bulunuyoruz."

 

Oturumu yöneten Pamak "panele giriş kabilinden bazı hususları hatırlatmak" üzere şunları söyledi:

"Aslında bu ülkede, 'Cumhuriyet' kavramı hiç sınırlardan içeri girmedi, lügatlerden dışarı çıkmadı, halkın iradesi hiç belirleyici olmadı, saltanat sistemi despot oligarşi tarafından devralınıp daha zalim boyutuyla sürdürüldü. Ülke halkları hep baskı altında tutuldu, kültürü, kimliği, hak ve özgürlükleri yok edildi. Cahil sürüsü olarak nitelenen halkların görüşü hiç önemsenmedi. Üst seviye asker bürokratların öncülüğündeki oligarşi, ülkenin, devletin ve halkın efendisi ve sahibi konumuna oturtulup, halklar ise köle muamelesi gördü. Halk kitleleri sürekli oligarşinin arzularına, seküler tercihlerine ve Batılı yaşam tarzına göre terbiye edilip hizaya sokulmaya, jakoben despot politikalarla, medya, kültür ve eğitim kurumları kullanılarak dönüştürülmeye çalışıldı.

Darbecilik ve çetecilik İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden bu yana süren, kötü ve yerleşmiş bir gelenektir. Cumhuriyet döneminin ilk çetesi ilk meclisin muhalif milletvekillerine suikastlar gerçekleştirmişti. İlk darbe, İslami duyarlılıklarla Batıcı Kemalist kadroya itiraz eden ve Lozan'a razı olmayan muhalifleri de olan ilk meclisi tasfiye amacıyla yapıldı. İttihatçılardan miras alınan ve yeni sistemin karakteri, Kemalist resmi ideolojinin ruhu haline gelen darbecilik/çetecilik 1950'den sonra NATO ile bütünleşerek devam etti. Bu yüzden 85 yılın yarıdan fazlası darbe, çete baskısı ve sıkıyönetim, OHAL kuşatması altında geçti. Diğer zamanlarda da, MGK eliyle ve siyasi beyanlarla ve muhtıralarla yine askeri vesayet hükmünü sürdürdü. İç ve dış siyasetle ilgili neredeyse tüm konularda hep son sözü asker bürokratlar söylediler, hükümetler düşürüp, hükümetler kurdular, Cumhurbaşkanlarını belirlediler.

Yeni sistem, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve tehlike algısında 1. sıraya oturtuldu. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi. Sistemin ömrü sürekli, bu iki kimlikten oluşturulan "iç düşman"a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti. Zaman içinde konjonktürel düşmanlar (Komünizm gibi) icad edilse de, ilk iki "düşman"a karşı teyakkuz hali ve çatışma süreklilik arz etti. Bu sebeple, sisteme ve devlete egemen oligarşi, kendisine iktidar, rant, çıkar sağlayan bu statükoyu değiştirme potansiyeli taşıyan bu iç düşmanlara karşı, statükoyu korumak refleksiyle, sürekli halkın özgürleşmesini engelleyici şiddete dayalı politikalar üretti. Darbe, çete, baskı, yasak ve çok boyutlu zulümler sistemin süreklilik arz eden karakteri haline geldi.

Halkın iradesinin tecellisini engellemek üzere, siyasete sürekli müdahale etmekte, topluma çeki-düzen vermeye, halkı resmi ideoloji ve kendi arzuları istikametinde hizaya sokmaya çalışmaktadırlar. Amerika'nın eğittiği "bizim çocuklar" darbeci, muhtıracı oluyorlar, onların eğittikleri ve sürekli korudukları "iyi çocuklar" da çeteci oluyorlar. Ergenekon davası sürecinde olduğu gibi ihtiyaç halinde "bizim çocuklar"ı ve "iyi çocuklar"ı, başörtüsü düşmanı "Bizim GATA" koruyor, ardından "bizden mahkemeler" serbest bırakıyorlar."

"İşte böyle bir ortamda, TSK'yı bütün boyutlarıyla ele almak en önemli meselelerden birisi konumundadır" diyen Pamak, Panele geçerken, ilk sözü TSK'yı halkına yabancılaştıran, halkını iç düşman ilan edip tehdit olarak algılamasına ve onunla savaşmasına yol açan, bu kadar çok darbeci ve çeteciyi üretecek hale getiren zeminin içerden birisi tarafından değerlendirilmesi, özellikle askeri eğitimi, halktan kopuk hayatı, disiplini, askeri yargıyı ve YAŞ'ın yargısız infazlarını anlatması için Yavuz Ay verdi.

 

YAŞ'zede Binbaşı Yavuz Ay, yaşadığı ibret verici olayları da belgeleriyle anlattığı konuşmasında şu konulara dikkat çekti:

Yavuz Ay konuşmasının giriş bölümünde Osmanlının son döneminde batı etkisindeki askeri yapılanmanın ve Batı sekülerizmine dayalı askeri eğitimin tarihsel süreci üzerinde durdu. Ay şunları söyledi:

" III. Ahmed (1703–1730) döneminde başlayan 300 yıllık Batılılaşma sürecinde eğitim, çok önemli bir işleve sahip olmuştur. Eğitim, büyük oranda etken, kısmen de edilgen bir role sahip dönüşüm aracıdır. Osmanlı İmparatorluğunda Batılılaşma hareketlerinin çoğu ordu bünyesinde hayata geçirilmiştir. III. Selim 24 Şubat 1793'te resmen "Nizam-ı Cedid'i ilan ettiğinde, yeni ordunun askerine kırmızı ve mavi renkte Avrupa kıyafetlerine benzer üniformalar giydirilmiştir. Son devir Osmanlı Batılılaşma hareketleri içinde yeni askeri okullar kurma teşebbüsü son derece önemlidir. İttihat ve Terakki döneminde Alman müfredatının etkisine giren Harbiye ve diğer askeri eğitim alanlarında bugün Amerikan sistemi yürürlüktedir."

Askeri okullar seküler dönüştürme merkezleri gibi çalışır

"Astsubay hazırlama okulları, askeri liseler, harp okulları, sınıf okulları, harp akademileri birer "Karakter Havuzu" olarak niteleniyor; aileden, gelenekten, dini değerlerden uzaklaştırma, soyutlama programının kilit yapıları olarak görülüyor. Hükümetlerin asla kontrol edemediği, kapısından bile geçemediği bu okullar, seküler bir değişim ve dönüşüm programını öğrenciler üzerinde sınırsız biçimde uyguluyorlar. İdeolojik kurbanlara dönüştürülmüş öğrencilere mezuniyet sonrası yeni fılitreleme baskı ve yönlendirme mekanizmaları uygulamaya devam ediyorlar. Yurtiçi/yurtdışı kurslara katılma, harp akademileri sınavlarına girmek isteyen personelden daha özel şartlar aranıyor, "Eşinin temsil kabiliyeti var mı?" sorusunu da içeren nitelik belgelerinin, komutanlar tarafından doldurulması isteniyor. Harp akademilerinde dersler seminerler biçiminde veriliyor. Sosyo-kültürel konuların anlatıldığı dersler neredeyse tamamen bölücülük ve irtica ekseninde yapılmakta. Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı, Emniyet Genel Müdürü, valiler, bakanlar, akredite akademisyenler ders vermektedir. Kurmay subayların yetiştiği akademilerde de Yahudilik ve Hıristiyanlık da dâhil dine ait hiçbir ders yok.

Ordunun İslam karşıtlığı süreklidir

Ordunun İslam karşıtlığı sadece 28 Şubat dönemine ait değildir. Kara Harp Okulu'na girdiğim 1977 senesinden YAŞ kararı ile ordudan atıldığım 1996 senesine kadar bu karşıtlığı hep iliklerimde hissettim. Onurlu, dürüst komutanlarım oldu ama onlar ne kadar da azdı. Hep kuşkulu gözlerle baktılar. Mesleki başarılarımı dürüst olanlar hariç görmemezlikten geldiler. Çoğundan düşmanlık gördüm. Aşağılamak, ezmek için yetkilerini kötüye kullandılar. Tank sınıfının 7.si olarak mezun olmama, mesleki başarılarım olmasına rağmen sicilimi bozdular. Sınavlarını kazanmama rağmen önemli hiçbir kursa göndermediler. Atılmamın en önemli sebebi işimi iyi yapmamdı. Kötü örnek(!) olacağımdan korkuyorlardı.

İbadet özgürlüğümüz yok edildi, İbadet edenler ezildi, cezalandırıldı, horlandı

Harp okulunda binalarda namaz kılmayı yasaklamışlardı. Namazı camide kılacaksınız dediler ama her zaman oraya gitmemiz mümkün değildi. Ama iman ettiğim Allah'ın emirleri vardı, onları yerine getirmem gerekiyordu. Ama onlar, "namaz kılmayın demiyoruz ama mesaiden sonra kılın" diyorlardı. Tam dört yıl arka cebimde bir naylon parçası, merdiven altlarında, bodrumlarda, yemekhanenin arka odalarında, "yasak yerde namaz kılmaktan 4 ya da 7 gün hapis cezası alma" pahasına namaz kıldım. Yaz dönemine, eğitim kampları dönemine denk gelen Ramazan aylarında da oruca yasaklama getirildi. Gece sahura kalkanlar tespit edilirse cezalandırılıyordu, ayrılan yemekler dökülüyordu. Orucun serbest olduğu dönemler de oldu. Ama farklı şiddet ve baskı mekanizmaları kurdular. 60 derece sıcağın altında ağırlaştırılmış adeta eziyete dönüştürülmüş eğitim ve tatbikat uygulamalarıyla birçok arkadaşımızın oruç tutmasını engellediler. Bine yakın öğrencinin yarısı oruç tutmak istemişti. Seksen civarında oruç tutan arkadaşımız kalmıştı. Bu kadar az bir kitleye yemek çıkarılamaz dediler. Oruç tutan kimi öğrencilere herkesin huzurunda su içirildi. Oruçlular zorla denize sokuldu.

TSK Kriterleri: Eşinin başını açacaksın, rakı içeceksin, dans edip eğleneceksin, ailenle komutanın evine ziyarete gideceksin

1990 yılında Edirne'de görev yaparken Tümen komutanı tarafından Alay komutanının yanında sorgulandım. Tümgeneral İlhan Akoğuz, kibirli bir yüz, aşağılayıcı bir ifadeyle konuşmaya başladı : " Harbiye'de bir sürü komünisti attığımı biliyor musun? Seni de atarım. Bir üsteğmen daha eksilmiş olur. Dosyana baktırdım. Başarılı bir subaysın. Tümenimin en

başarılı Bölük Komutanlarından birisin. Anlamıyorum, bu gençlere ne oluyor, başarılı bir subay nasıl namaz kılar? Üstelik eşin başörtülüymüş, lojmanlarda dini ders veriyormuş. Hiç olacak iş mi? Bak bu konuşmalarımızdan eşine bahsetme. Sana yardımcı olurum, harp akademisine girmeni sağlarım. Oğlum bu işlerle uğraşacağına general olmak için çalışsana!

Senden dört şey istiyorum. Bunları yerine getir sana şefaat edeyim.Dosyanı temizlerim. Önünü açarım. Bir : Eşin başını açacak.. İki : Benimle rakı içeceksin.. Üç : Eşinle birlikte orduevine eğlenceye geleceksin.. Dört : Çoluk çocuk evime ziyarete geleceksin… Bugüne kadar hiç eğlenceye gelmemişsin. Bir siz mi Müslümansınız? Biz neyiz, …mıyız? Evime gelmezsen merkez komutanını gönderir zorla getirtirim. Seni modern olmaya davet ediyorum."

İslami kimlik ve İslami hayat tarzı sebebiyle, komutanın resmi yazıyla ikazı

Tümen Komutanı gelmeden tahminen iki hafta önce Alay Komutanı M. Kenzi Suner, beni yanına çağırtmıştı. Alay Karargâh binası önünde bir akşam üstü konuşmuştuk. Daha doğrusu o konuşmuş ben dinlemiştim : "Sen beni tanımazsın. Benim ailem de dindardır. Ben de geceleri çok düşünür, bazen ağlarım. Dürüst, çok başarılı bir subaysın. Ben, eşinin başını açmasını nasıl söylerim?... Ama emekli olana kadar idare edin, yoksa çok sıkıntı çekersiniz." Tümen Komutanı gittikten sonra Alay Komutanı 29 Mart 1990 tarihinde şahsıma "kişiye özel" bir ikaz yazısı gönderdi. Yazı aşağıdadır:

PER : 7200-29-90/277 29 MART 1990

KONU : İkaz

Tnk. Ütğm. M.Yavuz AY'a

  1. Sizi daha önce odama çağırarak dini inançlarınız konusunda karşılıklı görüşmüş ve bu yönde tutum ve davranışlarınıza dikkat etmenizi ikaz etmiştim.
    • Ayrıca konu ile ilgili olarak Tüm.K. tarafından da ikaz edildiniz. Özellikle bu görüşme sırasında "ATATÜRKÇÜLÜK" ile ilgili konular söz konusu edildiğinde Müsbet cevap vermediğiniz gibi fikirlerinizi açıklamaktan da kaçınmıştınız.
      • O tarihten beri Kıt'a içi tutum ve davranışlarınızı yakından takip etmekteyim. Bu yönde etrafınızı etkileyici bir faaliyetiniz olmamakla birlikte, yetiştirilmek üzere size emanet edilen askerlere "ATATÜRKÇÜLÜK RUHUNUN" aşılanması yönünde zayıf kaldığınızı üzülerek görmekteyim. Kıt'ada sadece disiplin tesis etmek veya onlara sadece harp sanatını öğretmek yeterli değildir. "ATATÜRKÇÜ" düşüncelere sahip özellikle LAİKLİK" prensibine bağlı Asker yetiştirmediğiniz sürece, öğrettiğiniz harp sanatının Türkiye Cumhuriyetinin aleyhine kullanılacağını unutmayınız.
        • Karşılıklı görüşmeler sırasında, aile yaşantınız da, temsil ettiğiniz Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerine uygun olması, bazı dinci gurupları temsil eden görünüşten vazgeçmesi ve oturduğunuz lojmanda dini ders vermemesi konusunda ikaz edilmiştir. Ailenizin tutum ve davranışları ile sembol haline gelen giyinmesinde de bir değişiklik olmamıştır.
          • Sizi son bir defa daha yukarıda belirttiğim konularda ikaz ediyorum. Rica ederim.

M.Kenzi SUNER

Kr.Plt.Kur.Alb.

1 nci Mknz. A. K.

Kıyafetinden rahatsız oldukları eşim de benim gibi devlet memuruydu. Diyanet İşleri Başkanlığının müftülüklerde görevlendirdiği kadrolu bir personeldi.

Erbakan, en fazla subayı atan YAŞ kararı sonrasında, bu subayların İslami kimliği sebebiyle değil de disiplinsizlikten atıldığı iftirasını atmıştı

10 Aralık 1996 Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararı ile 170'in üzerinde subay ve astsubay atıldığında Necmettin Erbakan başbakandı. O dönemde medya üzerinden kamuoyuna duyurulan Genelkurmay'ın kurduğu hüküm cümlesi şuydu: "YAŞ kararı ile ordudan ilişiği kesilenler Müslümanlıklarından dolayı değil disiplinsiz ve uyumsuz oldukları" için söz konusu işleme tabi tutulmuşlardır. Kamuoyundaki infial artınca, Başbakan N. Erbakan takipçilerinin yoğun olduğu İzmit'e gelerek bir miting yaptı. Yaptığı konuşmada bizim Müslüman olduğumuz için değil disiplinsizlikten atıldığımızı ifade etti. Başbakan'ın bu ifadesi hepimizi derinden yaraladı. Müslümanların tasfiye kararnamesine imza atması bile bizi o kadar yaralamamıştı. Ama tarihi belgeler, bu ifadenin kuyruklu yalan olduğunu ortaya koydu. Yalanların ve hakikatin gizli kalması mümkün olmuyor işte. İşte size belge : K.K.K.lığının 20 HAZİRAN 1997 gün ve PER : 4184-20-97/Per.D. Ems. Ve Arş. Ş. (2797) sayılı emri. İlgi yazıda YAŞ kararı ile atılanların sınıfı ve rütbesi, adı soyadı, sicil no, memleketi, YAŞ kararı, ayırma nedeni, ikamet adresi ve fotoğrafı bulunmakta. Müslümanlıklarından dolayı değil, disiplinsiz oldukları için atıldıkları ifade edilen personelin "AYIRMA NEDENİ" sütununda yer alan bilgilere bir bakınız:

1. Nakşibendi Tarikatı Mensubu

2. Fetullah Gülen Gurubu Mensubu

3. Devrim Yanlısı İslami Örgüt Mensubu

4. Kürt-İslam Sentezi

5. Milli Görüş Mensubu

6. Kadir-i Tarikatı Mensubu

7. Hizbullah Örgütü Menzil Gurubu Mensubu

8. Işıkçı Tarikatı Mensubu

9. Süleymancı Tarikatı Mensubu

10. Devleti Yıkmak İçin Dini Görüşlü Silahlı Çete Mensubu Olmak

11.MGV Mensubu

Benim ismimin karşısında yer alan ifade ise: Devrim Yanlısı İslami Görüş Mensubu.

Oturum Başkanı Yavuz Ay'ın bu ibret verici konuşmasının ardından sözü Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya'ya verdi.

 

Panelin ikinci konuşmacısı Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya konuşmasında şunları ifade etti:

Siyasetten ekonomiye her alanda askeri vesayet

Rıdvan Kaya konuşmasına siyasetten ekonomiye her yerde askeri vesayetin var olduğu vurgusunu yaparak başladı. Bir yerde hukuk devletinden bahsediliyorsa orada bütün kurumların siyasi güce tabi olmaları gerektiğini söyleyen Kaya, ülkemizde başlangıçtan bu güne polis, emniyet güçlerinin siyasi otoriteye boyun eğerken, askeri yapının özerk ve sistem üstü bir güç olarak kendini tanımladığını ve buna göre hareket ettiğini belirtti. Kendisi kavram üreten ve anlam belirleyen ve cumhuriyetin sahibi konumunda gören TSK'nin bu konuma gelmesinin üç temeli üzerinde duruldu. Bunlardan birincisinin Kurtuluş savaşından bu yana siyasi gündemi meşgul eden ve sürekli bir tehdit olarak görülen iç düşman, iç tehdit algısının olduğu söylendi. İkinci olarak Darbeler ve hazırlayıcı sebeplerinin bu tutumdaki etkisine değinildi. Tek partili dönemde CHP ve TSK arasında organik bir bağ olduğu, çok partili sisteme geçişle bu organik bağın koptuğu veya kopmasından kuşkulanan kadroların olduğu vurgulandı. Bu kuşkunun TSK'da darbeler için bir zemin oluşturduğu ve sistem üzerinde kollayıcı bir güç olduğu zannını pekiştirdiği söylendi. Üçüncü sebep olarak Toplumun orduya biçtiği "devlet baba" "peygamber ocağı" vb. misyonunda TSK'nın kendini "Cumhuriyetin Sahibi" olarak görmesinde önemli bir rolü olduğu örnekleriyle anlatıldı. Konuşmasının devamında Rıdvan Kaya şunları söyledi:

Güvenlik eksenli yapılanma askeri vesayet sistemini doğurmuştur

Türkiye'de ordu sorununun temelinde, silahlı kuvvetlerin cumhuriyetin sahipliği misyonunu yüklenmesi olgusu mevcuttur. Beslenme kaynağı Kemalist paradigma olan Militarizmin dayanakları; Hukuki mevzuat, darbeci gelenek ve sivil siyasetin yokluğudur. Sistem kurulduğundan bu yana tehdit algısının derinliği ve içe dönüklüğünden ötürü güvenlik merkezli bir yapı görünümündedir. Başta anayasa olmak üzere tüm mevzuat güvenlik eksenlidir ve tüm tanımlamalar belirsiz, muğlâk bir görünüm arz etmektedir. Bu sayede sistem özellikle tanımlayıcılara aşkın bir yetki sağlamakta ve bir tür bilgi tekeli oluşturmaktadır. Ordunun devlet içindeki yeri özerk ve ayrıcalıklı bir pozisyondadır. Sivil denetimden yoksun, halkın taleplerine tamamen kapalı ve denetlenemez, izole edilmiş bir iç örgütlenme mevcuttur. Siyasi ve askeri alanlarla arasındaki bu sorunlu ilişki kaçınılmaz olarak "askeri vesayet rejimi" doğurmaktadır."

TSK askerliği bir meslek olarak değil, hayat tarzı olarak algılıyor

Konuşmasında TSK'nın askerliği bir hayat tarzı olarak algılaması ve topluma dayatması konusuna değinen Kaya, şöyle devam etti: " Bu sebeple darbeler bu yapıyı güçlendiriyor, yaygınlaştırıp, derinleştiriyor. TSK iç Hizmet Kanunu 35. Madde darbe gerekçesi olarak kullanılıyor. Dolayısıyla ülkede TSK üzerindeki parlamento denetimi oldukça zayıf bir hal arz etmektedir. Bu durum MSB bütçesi tartışılırken görülüyor. 301. kanunun değiştirilmesi süreci haftalarca sürerken MSB bütçesi iki saat içinde bütün komisyon üyeleri tarafından onaylanıyor hem de MSB'nin aslında çok daha fazlasını hak ettiği gibi klişe haline gelmiş tabirler kullanılarak. Silah ve teçhizat tedariki açısından TSK planlayıcı, alıcı ve kullanıcı konumundadır. Bu durum ciddi manada denetim açısından sakıncalı bir durumdur. Tank modernizasyonu için her bir tank için yeni bir tanka verilecek kadar ciddi bir meblağ israille ödenmiş fakat buna rağmen kimse bu ihaleye karşı çıkma cesareti gösterememiştir.

OYAK üzerinden TSK 3. Büyük sermaye grubudur

Ordu OYAK üzerinden kolektif bir sermaye grubu gibi hareket etmektedir. Özellikle OYAK örneği Türkiye'de militarizasyonun çok boyutlu olduğunu göstermek açısından önemlidir.. Bünyesinde bugün elliyi aşkın şirket bulunduran OYAK, Türkiye'nin en büyük üç holdinginden biridir. Aynı zamanda bu dev kuruluş vergi muafiyetlerinden de yararlanmaktadır. Malları, gelir ve alacakları devlet malı sayıldığından haczedilememektedir. 2001 krizinden büyük kazançlar elde ederek çıkan OYAK Sümerbank'ı yok pahasına almış ve yaklaşık 5-6 ay sonra Hollandalılara büyük karlarla satmışlardır. Bugün özelleştirmeye ve kurumların yabancı sermayeye satılmasına karşı çıkanlar aynı işi OYAK yaptığında hiçbir şekilde tepki vermemektedirler. Bu durum ciddi bir iki yüzlülük ve çifte standarttır."

Türkiye dünyada silah ithalatında 4. sırada

Rıdvan Kaya konuşmasında bazı istatistik bilgilerine de yer vererek şunları söyledi: " Türkiye dünyada silah ithalatında 4. sırada, silah ihracatında ise 28. Sırada yer almaktadır. 2006 yılında savunmaya ayrılan kaynaklar toplam bütçenin % 10'una, GSYİH'nın da % 3,2'sine tekabül ediyor. 2006'da MSB bütçesinin Milli Eğitim Bakanlığının altında kaldığı ifade ediliyor. Fakat bu yanıltıcı çünkü savunmaya ayrılan kaynakların MSB'nin dışında kalan kurumlar boyutu da var. SSDF, TSKGV, Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı bütçelerini ve MSB'nin özel kanunlara dayanan gelirlerini de buna eklediğimizde MSB'nin 11,8 milyar tl olarak gözüken bütçesi 17,4 milyara ulaşıyor. Milli Savunma Bakanı 2009 yılı bakanlık bütçesini 14 milyar 532 milyon tl olarak açıkladı, Diğer savunma fon ve giderleri de eklendiğinde rakam 16 milyar 354 milyona ulaşıyor. 2009 bütçesinde MSB'ye ait 41.701 lojman ve 327 sosyal tesis bulunmaktadır. Jandarma genel komutanlığının ise 15.209 lojman ve 75 tesisi bulunmaktadır. Askerde öğretmende veya sağlık çalışanları da aynı devletin memurları olmasına rağmen yaklaşık iki askere bir lojman düşerken 14 sağlık çalışanından ancak birine lojman imkânı sağlanmaktadır. TSK'ya ait İstanbul'da sekiz, Ankara'da üç ve İzmir'de bir olmak üzere toplam 43 Orduevi bulunmaktadır. Ayrıca Bodrum, Antalya gibi yörelerde sosyal tesisler vardır. Buralarda zorunlu askerliğini yapan personel ücretsiz çalıştırılmakta ve bu şekilde hizmet sektörünün en önemli kalemi olan personel giderleri sıfırlanmaktadır. Bu durum zorunlu askerliğin, TSK'ya gelir aktarımı anlamına geldiğini göstermektedir."

 

Oturum Başkanı olması yanında aynı zamanda üçüncü konuşmacı da olan Mehmet Pamak ise konuşmasında şunları ifade etti:

TSK, İç ve Dış Siyasette Nihai Belirleyici Rol Oynamıştır

Askeri eğitime ve uygulamaya egemen kılınan TSK'yı devletin temeli olarak ilan eden ve ona, bir faninin hevasının ürünü, taklide dayalı, 80 yıl önceki beşeri ilkelerini kendi halkına karşı koruma görevi veren anlayış, üstelik bugün hepsi tükenmiş, dibe vurmuş bu ilkelere(!) dayalı ideolojik bir eğitim sonucunda, kendisini ülkenin efendisi, sahibi, halkı da geri ve güdülmesi gereken köleler konumunda gören hastalıklı kadroların hegemonyası altında dogmatik, geri bir despotizmin ülkeye silah zoruyla egemen kılınmasına yol açmıştır.

Ordu bu ülkeye nihai anlamda hükmeden siyasi işlevini, zaman zaman darbelerle, zaman zaman sıkıyönetim ve olağanüstü hallerle doğrudan (ki bunlar, sistemin ömrünün neredeyse yarısını aşmaktadır), arta kalan zamanlarda da MGK ya da Cumhurbaşkanlığı üzerinden gerçekleştirdiği baskı, telkin ve yönlendirmelerle dolaylı olarak yerine getirecektir. Zaman zaman muhtıralar verecek, zaman zaman parti liderleri ile toplantılar düzenleyip, siyasi partilerle anlaşmalar imzalayıp onlara şartlarını dikte ettirip, taahhütnameler imzalatacak ve tüm bunlar basında açıkça ilan edilecektir. Ama mutlaka ve sürekli politikanın içinde olacak ve ipleri hep elinde bulunduracaktır. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) ve "Kırmızı Kitap" olarak ünlenen, pratikte anayasa ve yasaların üzerinde fonksiyon ifa eden kitap ve belgelerle, askeri bürokrasi devletin mutlak hâkimi rolünü oynamakta, halkın büyük çoğunluğunun desteğini alan siyasi partiler hükümet olsalar da, oligarşinin bu tartışılmaz iktidarı devam etmektedir.

Siyasilerin yüreksizliği ve halkın iradesini temsil zaafı da hep darbecileri daha da azdırıcı katkı sağlamıştır

Son hükümetin uygulamasında, konjonktürün ve dış desteğin de etkisiyle kısmen düzelme eğilimi gösterilse de, maalesef genelde siyasiler yüreksiz, edilgen ve teslimiyetçi davranarak hep darbecilerin cür'etini ve azgınlığını arttırıcı bir rol oynamışlardır. Mesela 28 Şubat'ın mağdur Başbakanı bir gün basına size bomba bir haberim var diyor, ne oldu sorulduğunda da, "yarın sayın Genelkurmay Başkanımız beni ziyarete geliyor" diyebiliyor. Bu zilleti anlamak ve makul kabul etmek mümkün mü? Halbuki, Başbakan olarak onun amiri olduğunu, emrettiği zaman gelip hesap verme konumunda olduğunu bilmesi ve ona göre davranması gerekmez mi? Fiili durum kendisini zorlasa bile en azından bu duruma düşmeyecek bir tutum ve söylemi her şeye rağmen koruması gerekmez mi? Aynı şekilde İslamı ve Müslümanları suçlayıp bir çok yasak ve yaptırım getirerek halkı MGK ve resmi ideoloji istikametinde azarlayıp hizaya sokmaya kalkışan 28 Şubat kararlarını bir hafta geciktirerek de olsa imzalaması da darbecileri daha da azdıran bir rol oynamıştır. Direnip ifşa etseydi, en fazla imza attığı halde başına gelenler yaşanırdı, ama onurunu korumuş ve halkı bu zulüm konusunda uyarıcı, darbecilere karşı muhalefet bilincini uyandırıcı çok önemli bir rol oynamış olurdu.

Diğer taraftan bunca olumlu şartlara rağmen, bu zilletin maalesef hâlâ devam ettiğini gösteren bir başka örnek de, Balyoz operasyonuyla eski kuvvet komutanlarının gözaltına alınması üzerine yaşandı. Yurt dışında bulunan Başbakana vekalet eden Cemil Çiçek, bu gözaltılar üzerine görevleri olmadığı halde Genelkurmay'da toplanan Orgenerallerin çağrısına icabet ederek ayaklarına gidip onların tepkilerini dinlemesi zilletidir. Bir başbakan düşlünün ki, tamamen yasalar çerçevesinde işleyen bir yargı sürecine hukuksuz tepki gösteren ve yargıyı etkileme boyutu da olan tepkinin gösterilmesi için emri altındaki Genelkurmay başkanının ve Orgenerallerin ayağına gitmekten çekinmiyor. Bu tutumun bir muhtıradan ne farkı var? Aynı şekilde, eski kuvvet komutanlarının gözaltına alındığı süreçte Cumhurbaşkanı'nın Başbakan ve Genelkurmay Başkanını, sanki eşit iki gücün başı imiş gibi bir masa etrafında buluşturup, aralarındaki ihtilafı çözmek ister gibi bir imaja yol açması da bu bağlamda yanlış olmuştur. Genelkurmay Başkanı nihayet Başbakanın emrinde olan bir memurdur ve ona bu konumuna uygun biçimde davranılmalıdır. Tüm bunlar göstermektedir ki, konjonktürel büyük avantajlarına rağmen bu hükümet de hala TSK üst yönetimini memuru gibi algılamayı başaramamıştır. Yaklaşık 8 yıllık iktidar süresi bitmek üzere olduğu halde, bunca darbe hazırlığı bilgisi yıllardır kendilerine ulaştığı halde, AKP hükümeti bir türlü harekete geçmemiş, EMASYA gibi kaldırılması çok kolay olan darbe artığı bir hukuksuzluğu bile daha yeni kaldırmışlardır. Öte yandan 35. madde dâhil asker ve yargı bürokratlarının siyasete müdahale için, asker ve yargı darbeleri yapmak üzere kullandıkları pek çok mevzuat ise hala kaldırılmayı ya da değiştirilmeyi beklemektedir. Asker ve yargıyı hukuk eksenli yeniden yapılandırma, yürekli ve halkın iradesini hakkıyla temsil edebilecek siyasileri beklemektedir.

TSK ve darbeci kadroları hep emperyalist devletlerle işbirliği halinde oldu

Ulusalcı darbeciler, çeteler ve Ergenekon, hepsi emperyalistlerle işbirliği halinde, yerli halkların İslami ve etnik kimlik ve kültürlerine karşı emperyalistlerin kültürünü egemen kılmak için savaştılar. Emperyalistlere stratejik ortak olan bu Batıcı kadrolar, halen onların kültürünü şiddete dayalı politikalarla yerli halka zorla dayatıyorlar. Çünkü halka rağmen kurdukları sistemin, kendilerine sağladığı iktidarı ve rantı ancak emperyalist destekle koruyabileceklerini biliyorlar. Bu sebeple, 28 Şubat da dâhil bütün darbelerin arkasında ABD ve Batı var. Kimisi tam destek vererek, kimisi de itiraz etmeyip ilişkilerini sürdürerek darbecilere yardım ediyorlar.

28 Şubat darbecileri ve çetelerin İsrail ile yakın ilişkileri de, aldıkları destek de biliniyor. Türkiye halklarının aleyhine ve İsrail'in lehine pek çok anlaşma da ihanet boyutlarında bu darbecilerin dayatmalarıyla yapıldı. ABD'deki Yahudi lobisi hep darbecilerin, Ergenekoncuların arkasında yer almış, zaman zaman Askerin düzenlediği panellerde konuşma yapıp destek bile vermişlerdir. Hatta Genelkurmay'da Türkiye'yi izleyen, bütün bilgilere ulaşan bir İsrail odasının bulunduğu da ortaya çıktı. Üstelik İsrail bayrağındaki iki şerit "Nil'den Fırat'a kadar ki toprakların "arz- mev'ud olup bir gün mutlaka alınacağı"nın simgesi olduğu halde, İsrail'in katil uçaklarının eğitimine Türkiye semaları tahsis edilebilmiş, İsrail ordusuna ve silah sanayine büyük maddi destekler verilebilmiştir. İslam düşmanı söylemleriyle ve Türkiye'deki darbeci 'ulusalcılar'ın akıl hocası olarak bilinen ABD'nin en sert Neoconlar'ından Michael Rubin, Harp Akademileri'nde düzenlenen 'Ortadoğu; Belirsizlikler İçindeki Geleceği ve Güvenlik Sorunları' konulu sempozyumun özel konuğu olabilmiştir. Darbeciler, işte bu İslam düşmanı emperyalistlerle ve stratejik ortaklarıyla beraber, sürekli Türkiye Müslüman halklarının İslami kimlik ve değerleriyle çatışıp, onları, terör estirerek zorla emperyalist seküler kültüre tabi kılmaya çalıştılar. Hatta 28 Şubat darbe sürecinde olduğu gibi, halkı bu istikamette hizaya sokmak üzere planlar yapma, fişleme, halka yönelik psikolojik harekât ve sindirme amaçlı operasyonlar için kurdukları illegal askeri yapının adını bile "Batı Çalışma Grubu" olarak belirlemekten çekinmediler.

Halkın dış güvenlik görevi için emanet verdiği silahları halka çevirme ve halkı hizaya sokma çabası içindeki bu tür TSK bürokratları, özellikle de en fazla darbeci ve çeteci çıkaran "Özel Harpçi subaylar" genelde ABD'de eğitim görmekte, ABD Genelkurmay Başkanı bu eğitim için sarf edilen fonun önemini vurgularken "burada eğittiklerimiz ülkelerinde yönetime geliyor ya da yöneticileri belirliyorlar, bu da çıkarlarımızın korunmasını sağlıyor" demektedir. 1950'den bugüne 10 bin civarında subayın bu şekilde Amerika'da eğitildiği iddia edilmektedir. Bu yüzden Amerikan yönetimi darbe yapanlar için "Bizim çocuklar" başardılar diyebilmektedir. TSK bir yandan NATO içinde yer alıp, Kore, Afganistan ve Somali pratiğinde yaşandığı gibi doğrudan emperyalist devletlerin çıkarlarına hizmet etmekte, diğer yandan aslında bütün emperyal savaşların da arkasında yer alan uluslar arası emperyalist sermaye ile OYAK üzerinden tam bir çıkar birlikteliği içine çekilmiş bulunmaktadır.

Yargı, İstiklal Mahkemelerinden itibaren hep TSK'nın elinde bir kırbaç oldu

Yargı üst kurumları, yargıç ve savcıların çoğunluğu, askere ve resmi ideolojiye bağımlı ve İslam'a karşı devlet ile ideolojisinden taraftırlar. HSYK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tarafından bu amaçla verilmiş, hukuk katliamı yapan, yargı darbesi olarak vasıflandırılabilecek onlarca keyfi ve ideolojik karar ve uygulama söz konusudur.

TSK kadrolarının insan hakları karnesi de son derece kirlidir

Diyarbakır ceza evi işkenceleri, anadil yasağı, hayvanlarıyla birlikte yakılan köyler, yakılan ormanlar, pislik yedirilen köylüler, yargısız infaz ve faili meşhur cinayetler, canlı canlı asit kuyularına atılanlar. Olağanüstü hal ve sıkıyönetim mahkemelerinde yargıç ve savcıların hukuk ihlaline, ideolojik kararlara zorlanması, baskılar, yasaklar, asmayalım da besleyelim mi herzeleriyle asılan gençler. Kur'anı yakıp tekmeleyen komutanlar, ilahi okuyan çocukları tehdit ve düşman ilan eden askeri muhtıralar, Kur'an kurslarını suçlayan ve kapatan askeri uygulamalar. 28 Şubat darbe sürecinde oluşturulan kaos ortamında talan edilen yetim hakları ve hortumlanan bankalar. Cumhurbaşkanı ve Başbakan eşlerini bile garnizona, orduevine ve hatta askeri hastaneye sokmayan, başörtülü asker anneleri garnizon ve orduevi kapılarından kovan ideolojik zihniyet ve çirkin uygulamaları. Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın kendi verdikleri resmi resepsiyonlara bile eşlerini alamamalarına yol açan komutan protestoları. Cami bombalamayı planlayan, halkın çocuklarını bir müzede topluca katletmeyi planlayan komutanların yaptıkları. Darbeye zemin hazırlamak için kendi uçağını düşürmeyi, kendi askerini öldürmeyi planlayacak kadar, hatta Bingöl, Reşadiye ve kimi sınır karakollarına düzenlenen önceden haberli olunan baskınlarla bunu bir ölçüde gerçekleştiren cinnet halini ve kirli ilişkileri yaşayan komutanlar. Kendi halkının farklı kesimlerini birbirine düşürmek, çatıştırmak ve bu suretle hegemonyasını sürdürecek kaos vasatını sürekli canlı tutmak isteyen hainler. Halkının çok büyük bir ekseriyetinin değer verdiği başörtüsünü düşman ilan eden ve "başörtülülere acımayın, o keneleri ezin" diye höykürüp astlarına emirler yağdıran vicdansız, insafsız, insani erdemlerden yoksun komutanlar. İşte tüm bunlar, TSK içindeki general ve subay kadrolarının önemli bir kısmının hastalıklı tutumlarını ve zalimce gerçekleştirdikleri insan hakları ihlallerini, hukuksuzluklarını ve keyfiliklerini oluşturan uygulamalardan sadece medyaya sızanlarının bir kısmından ibarettir.

Sınır Tanımayan Gazeteciler Derneği, Fransa'da herkesin üzerine basıp geçtiği bir zemine, dünyanın insan hakları ihlalleri bakımından zirvede olan despot rejimlerinin devlet başkanlarının resimlerini yapıştırıp onları teşhir edip aşağılama amaçlı bir eylem yapmıştı. Bu eylemde, her ülkenin Saddam Hüseyin gibi devlet başkanlarının resimleri kullanılmışken, sıra Türkiye'ye gelince, 28 Şubat darbe sürecinin ve yol açtığı zulümlerin, baskı ve yasakların "1000 yıl süreceğini" söyleyen Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun resmi kullanılmıştı. Çünkü onlar da Türkiye'deki gerçek iktidarın, bütün bu hukuksuzluklara, sorunlara yol açan uygulamaların arkasındaki gerçek gücün ve bütün insan hakları ihlallerinin ve zulümlerin gerçek müsebbibinin kim olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Darbeci, çeteci subaylar korunurken, namaz kılanlar YAŞ kararıyla atılıyor

Tüm bu zalimce, gerçek anlamıyla haince planları ve kimi uygulamaları yapanlar, yıllardır halka karşı aynı bölme, çatıştırma, sonuçta kendi güç ve hegemonyalarını pekiştirme amaçlı kanlı provokasyonların altına imza atanlar, faili meşhur cinayetlerle, yargısız infazlarla on binlerce masum insanı katleden, asit kuyularına atan caniler hep aynı kurum içinden çıkıyor, aynı kurumca korunuyor ve Susurluk ve Şemdinli'de olduğu gibi hep aynı yandaş ideolojik yargı tarafından serbest bırakılıyorlar. Basında yer alan bilgilere göre askeri yargı ise, ortaya çıkma ihtimali olan belgeleri yok etmekle ya da belgeleri sızdıranları takip etmekle meşgul bulunuyor. YAŞ ise, bunca belge ile suçları açıkça ortalığa dökülmüş, yargılanmakta olan, hatta tutuklanmış bulunan darbeci ve çeteci subayları bile ısrarla görevde tutmaya devam ederken, hâlâ "irtica" yaftası altında namaz kılan subayları ordudan atmayı sürdürüyor.

Darbeci ve çeteleri temizlemeyen TSK halkın güvenliğini tehdit eder hale gelmiştir

Bugüne kadar, 27 Mayıs, 9 Mart, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri, 27 Nisan benzeri sayısız muhtıralar, anayasa ve yasalarını da çiğneyerek gerçekleştirdikleri siyasete müdahaleler yapıldı. "Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz,, Eldiven, Kafes" ve en son ifşa olan "Balyoz" cunta faaliyetleri darbe planları, bunlara ilaveten, Susurluk, Yüksekova, JİTEM, Şemdinli, Atabeyler, Sauna, Ergenekon vb ve daha bilinmeyenleriyle onlarca çete üretildi. Bütün bunlarda rol alan yüzlerce darbeci, cuntacı, çeteci yönetici ve üyeleri hep TSK içinden çıktı. Bunların binlerce faili meçhul cinayet ve halka yönelik onlarca kitlesel katliam işledikleri, insanları diri diri asit kuyularına attıkları, alçakça işkenceler yaptıkları iddianamelerde yer aldı. Siyaset başta olmak üzere, askerlikten başka her şeyle ilgilenip, askeri alanları ve askeri araçları lüks yaşantıları için kullanırken, golf sahalarında oyalanırken, esas görevlerini yapmak, zorla askere aldıkları halkın çocuklarını korumak hususunda acze düşen kimi TSK generalleri, darbe planlarıyla, halka yönelik provokasyon, psikolojik harp çabalarıyla bizzat kendileri güvenliğinden sorumlu oldukları halkın güvenliğini tehdit eder hale gelmişlerdir. Buna rağmen, TSK'nın bunları kınayan, yargılayan, mahkûm edip dışlayan ve hiç değilse YAŞ kararıyla ordudan atmaya dair tek bir icraatı olmadı.

Bu cinnetin ve çürümenin temel sebebi, pozitivist Kemalist dogmatizme dayalı eğitimdir

Bu kadroları yetiştiren nasıl bir yapı, nasıl bir eğitim sistemi ve nasıl bir değerler manzumesidir? Prof. Şerif Mardin'in tespitini bir kez daha hatırlarsak: "Kemalizm 'iyi, doğru ve güzel'e dair hiçbir değer üretemedi" diyordu. Evet, bu büyük cinnetin, bu büyük vicdansızlığın, bu derin çürümenin esas sebebi tam da bu tespit değil midir? İslami kimlik ve değerleri tehdit ve düşman ilan edip dışlayanlar, yerine bir değer de üretemeyince, batının insanı insanın kurdu haline getiren pozitivist, paganist, seküler kültürünü, hem de faşist döneminin kültürünü kör taklitle alanlar, "aydınlanma" zannettikleri karanlıkların, ruhları ve fıtratları bozan dehlizlerinde kayboldular. Sonuçta aklı ve düşünceyi dumura uğratan, hak ve özgürlükleri yok eden, insani ve fıtri erdemleri bile körelten, fıtratları bozan, dogmatik, bağnaz, sığ ve geri bir ideolojinin dar kalıpları içine sıkıştırdıkları kadroları yozlaştırdılar. Özgür düşüncenin, özgürce inanıp yaşamanın önünü tıkayıp, insanların kendilerini özgürce gerçekleştirmelerinin önünü kesince, insani değerleri çürüttüler, yozlaşmanın, darbeci, cuntacı, çeteci olmanın önünü sonuna kadar açtılar. Üstelik sürekli koruyup, teşvik ettiler. İşte gelinen cinnet noktasının ardında yatan sebep bu değil midir?

Konuşmaların ardından, dinleyicilerden gelen sorulara cevaplarla panel son buldu. Konuşmalar sırasında yeniden yapılanma için yapılan öneriler ise, topluca aşağıya alınmıştır.

 

 

 

Panelde Konuşmacılarca Dile Getirilen Öneriler Topluca Şöyle Sıralanabilir:

1 - TSK'nın, kendisi bütün sivil alanlara müdahale edip nihai sözü söylediği halde, kendisinin sivil siyasi idarenin müdahale ve denetiminden bağımsız özel yargısı, özel eğitim kurumları, özel ekonomik kuruluşları, holdingleri, banka ve sigorta şirketleri, sanayi yatırımları, özel eğlence ve dinlenme alanları, lojman ve orduevleri, sivil idarece ve TBMM'ce denetlenmeyen bütçesi, silah alımları ve ihaleleriyle devlet içinde devlet, hatta devlet üstünde devlet olma konumu sona erdirilmelidir. İktidar ve rant konusunda, iç ve dış politikada nihai belirleyici olma, en son "Kürt açılımı"nda yaptığı gibi siyasilere kırmızı çizgiler belirleme ve özgürlüklere engel olma konumuna derhal son verilmelidir.

2 - TSK mensuplarının halktan kopuk ve halkın yaşam seviyesiyle bağdaşmayacak derecede lüks yaşamasına yol açan ve halka ödetilen tüm farklılıklarına, ayrıcalıklarına ve TSK'nın diğer devlet kurumlarından da farklı olan konumuna, ayrıcalıklarına son verilmelidir.

3 - TSK, siyaset, yargı, eğitim ve din üzerinde belirleyici olma iddiasını terk edip ve iç güvenlikle ilgilenmeyi bırakıp, bütün bu alanlarda bugüne kadar yaptığı müdahaleler sebebiyle yol açtığı sorunlar ve ıstıraplar sebebiyle ülkemiz halklarından özür dilemelidir. Ve sadece dış güvenlik görevi için sınırlara ve kışlasına çekilmelidir. Darbelerde kullanılmak dışında hiçbir anlamı olmayan Ankara Etimesgut'taki tank birliğini de esas bulunması gereken yer olan sınırlara kaydırmalıdır.

4 - TSK, iç güvenlikle ilgilendiği süreçte ürettiği, ülke halklarından önemli kesimleri ötekileştirip düşmanlaştırmasına sebep olan "iç düşman" kavramını terk etmelidir. Bu sebeple, ideolojik, dogmatik zihniyeti esas almasına, sonuçta iktidar ve rant hırsına kapılan darbeciler, çeteler üremesine müsait zemin oluşturmasına ve bu yüzden de önemli güvenlik sorunlarına yol açarak toplumun büyük kısmı için güvensizlik kaynağı haline gelmesine neden olan içi güvenlikten en kısa zamanda çekilmelidir. JİTEM gibi resmen tanınan kanlı çetelerin ortaya çıkmasına da zemin oluşturan Jandarma Genel Komutanlığı en kısa zamanda lağvedilmeli, kırsal bölgedeki iç güvenliği sağlamak üzere "Kır Polisi" adı altında mahalli yönetimlerin emrinde, ideolojilerden arındırılmış, sivil zihniyetli, halka, hukuka ve insan haklarına bağlı yeni bir yapılanmaya gidilmelidir.

5 – Siyasete müdahalede ve darbelerde bir meşruiyet aracı olarak kullanılan İç Hizmet Kanunu 35. maddesi ile MASK, MGSB (Kırmızı Kitap) misali bu konuda kullanılmaya müsait, askerin siyasete müdahalesine ve bu konuda söz söylemesine fırsat veren mevzuattaki tüm düzenlemeler kaldırılmalıdır. Asker iç ve dış siyaset üzerinden tamamen elini çekmeli, siyasi açıklama yapan askerler ve Genelkurmay Başkanları yargılanıp cezalandırılmalıdır.

6 – Genelkurmay Başkanı içine girmeye çalışılan tüm Batı ülkelerinde olduğu gibi doğrudan M. Savunma Bakanlığına bağlanmalı ve protokoldeki yeri buna göre düzenlenmelidir. MSB'nın tamamı asker olan yönetici kadroları sivilleştirilmelidir.

7 – TSK'nın sistem içindeki ayrıcalıklı konumu sebebiyle ele geçirdiği, hazine malı olan en değerli arazi ve gayrimenkulleri en kısa zamanda hazineye devredip, halkın istifadesine açılmasını sağlamalıdır. Bu bağlamda lojmanlar, beş yıldızlı otel lüksünde orduevleri, en değerli sahilleri kapatarak sağladıkları eğlence ve dinlenme kampları, fakir halkın vergilerinden sürekli yapılan büyük masraflarla yaşatılan ve askeri görevle de ilgisi olmayan Golf sahaları saltanatına son verip, bütün bu imkânların halkın hizmetine sunulması, bir kısmı ise özel sektöre satılarak elde edilen gelir işsizliği giderecek yatırımlara yönlendirilmelidir.

8 – Ordunun, emperyalist uluslar arası sermayeyle de iç içe geçmesine sebep olan ve yerli birçok vergi istisnaları, muafiyetleri (asgari ücretlinin bile vergi verdiği bir ülkede koca holdingin vergi istisna ve muafiyetleriyle koruma altına alınması, silahı taşıyanın, 'o silah da halkın parası ile verildiği halde' istediğini yaptırabildiği, istediği yasaları çıkartabildiği imajı oluşturmakta, ahlaki de hukuki de olmayan çirkin bir görüntüye yol açmaktadır) ve başka ayrıcalıklarla haksız rekabet ve sömürüyle semirtilen OYAK'ın en kısa zamanda bütün ayrıcalıklarına son verilmelidir. Ayrıca bir orduya asla yakışmayan ve dünyanın hiçbir yerinde de olmayan böyle bir ekonomik yapılanmaya son verilerek, özelleştirilmesi sağlanmalıdır. Böylece elinde silah bulunan muvazzaf subayların ticaret yapması engellenmelidir. Halkın sırtından tanınan büyük ayrıcalıklarla ortaya çıkan bu servetin özelleştirme gelirinin ¾ ü fakir halka imkân (geliri fakirlere dağıtılmak üzere) ve istihdam sağlamak üzere değerlendirilirken, ¼ ü de YAŞ kararıyla haksızlığa uğrayan YAŞ'zedelerin hak ve tazminatlarını karşılamak üzere kullanılmalı ve diğer hak sahiplerine dağıtılmalıdır.

9 - Askeri yargı ayrıcalığına son verilmeli, askeri mahkemeler sadece askeri disiplin davalarıyla sınırlandırılmalıdır. Ayrıca Genelkurmay Başkalarını da yargılayacak hukuki tedbirler bir an önce alınmalı, şu an var olan hukuk adına utandırıcı boşluk doldurulmalı ve kendi yasalarını da çiğneyerek siyaset yapa gelen bütün Genelkurmay başkanları için yargılama süreci başlatılmalıdır. ASYİM, Danıştay, Askeri Yargıtay da Yargıtay bünyesinde yer almalıdır. Ayrıca askeri mahkemelerin yargıçları da sivil olmalı, tayin ve terfileri sivil otorite tarafından yapılmalıdır. Sivil yargı üzerindeki brifingleme ve diğer suretlerde sürdürülen askeri vesayete de son verilmelidir.

10 - Seküler, dogmatik din karşıtı resmi ideoloji taassubuyla kuşatılmış askeri eğitim, bu kuşatmadan kurtarılarak insan hakları ve hukuk ekseninde yeniden yapılandırılmalıdır. Ayrıca sivil idarenin denetim ve gözetimine de açılmalıdır. Sivil eğitim ise Milli Güvenlik derslerinden başlanarak askeri vesayet ve denetimden, resmi ideoloji ve militarizmin kuşatmasından kurtarılıp özgürleştirilmelidir.

11 - Askeri ihaleler ve silah alımları başta olmak üzere, geniş halk kitleleri açlık sınırında yaşayıp, işsizlikten kırılırken Türkiye bütçesinin büyük bölümünü yutan tüm askeri harcamalar sivil denetimine açılmalıdır. Daha önce yargılanamamış yolsuzluk dosyaları tekrar açılarak yargılanması mutlaka temin edilmelidir.

12 - TSK, halkın dini olan İslam'ı, İslam şeriatını düşman ve tehlike algısı içinden çıkarmalı, "irtica" karalamasından vazgeçerek, hele dinimizin içeriğini belirleme cüretkârlığından utanmalı ve İslam'ı benimsemese bile saygı duymalı, bu konuda geçmişte yaptığı haksızlıklardan dolayı da Müslümanlardan özür dilemelidir. Emekli generallerin nüfuz ticareti önlenmeli, Banka ve Holding yönetimlerinde astronomik maaşlarla yer almalarına ve halka pahalıya mal olan icraatlarına fırsat verilmemelidir.

13 - Sonuç olarak, din, eğitim, siyaset, yargı ve ekonomi üzerindeki baskı, yönlendirme ve belirleyici nihai sözü söyleme alışkanlıklarından vazgeçip, bir daha çıkmamak üzere kışlasına dönmelidir. TSK, ideolojilerden arındırılmış, halkın emrinde, halka ve değerlerine saygılı, sadece ülke halklarını dış saldırılardan korumakla sorumlu bir dış güvenlik gücü haline getirilmelidir. Halkın değerlerine düşman olmayan çocuklarının ordudan tasfiyesine yol açan Anayasa'nın 125. maddesi değiştirilmeli, yargısız infazlar önlenmelidir. YAŞ, MGK'ya katılan Bakanların da katıldığı tamamen istişari bir kurula dönüştürülmelidir. Bugüne kadar ki YAŞ mağdurlarına tüm özlük hakları iade edilmelidir.

14 – MGK'nın işleyişi ve işlevi halk iradesinin son sözü söyleyeceği bir forma kavuşturulmalıdır. Bu kurulda TSK'yı sadece Genelkurmay Başkanı temsil etmelidir. MGK Genel Sekreterliğinin tüm personeli sivilleştirilmeli, emekli subaylar bile görevlendirilmemelidir.

15 – TSK içinde önemli ölçüde general ve subay açığına yol açsa da, darbelere, çetelere, hukuksuzluklara ve yolsuzluklara bulaşan tüm kadrolar tasfiye edilmeli, bu kadroların meşru yollardan kazanıldığı ispat edilemeyen tüm mal varlıklarına el konulmalı, bu malların satışından elde edilecek gelir, darbelerin mağdurlarına tazminat olarak verilmelidir.

16 – Girilmeye çalışılan AB'de olduğu gibi, ya zorunlu askerlik kaldırılmalı ya da "imani" ve "vicdani red" hakkı tanınmalıdır.

Ancak işte tüm bunlar gerçekleştirildikten sonra, Montesquieu'nün "az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar" tespiti Türkiye için geçerli değil denebilir.

 

Bu içerik 2699 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon