Üye Ol  -  Şifremi Unuttum?
Facebook
 
 
> Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıl dönümü...

> Kadir Gecesinin ve Ona Değer Kazandıran Kur’an’ın Kadrini Bilmek...

> Erdoğan’ın, Karşılığı Olmayan Sert Söylemleri Filistin’den Yana, ...

> Ömrümüzden Bir Yıl Daha Azaldı, Gelin Hâlimizi Sorgulayalım!...

> Küresel İfsadın Fıtratı ve Doğal Dengeyi Bozması ile İnsanlığın Y...

   
En Çok Okunanlar

Anasayfa  >   CUMA KONFERANSLARI  >  2008
 
Meydanların Desteğini Alamamış Özgürlükler Kalıcı Olamazlar
Tarih: 13/07/2008
   


Mehmet Pamak: “Şirke dayalı cahili sistemlerde, özgürlükler ve temel haklar, asla hediye olarak verilmezler, bu yüzden bedeli ödenerek satın alınmaları, fethedilmeleri gerekir. Arkasına meydanların desteğini alamamış özgürlükler kalıcı olamazlar. Özgürlüğün yolu meydanlardan geçer. Sivil toplum, meydanları darbecilerden geri almalı ve meydanlar darbecilere, çetelere, insan hakları ihlallerine ve sömürüye karşı özgürlük ve adalet talepleriyle inlemeli. İşte böyle bir direnişle fethedilen özgürlükler kolay kolay geri alınamazlar. Bir toplumun gerçek ve kalıcı bir adalet ve özgürlüğe ulaşabilmesi için de, özündekini fıtri ve vahyi ölçülerle değiştirip bu adalet ve özgürlük sistemine müstehak hale gelmesi gerekir.”

Mehmet Pamak: “Şirke dayalı cahili sistemlerde, özgürlükler ve temel haklar, asla hediye olarak verilmezler, bu yüzden bedeli ödenerek satın alınmaları, fethedilmeleri gerekir. Arkasına meydanların desteğini alamamış özgürlükler kalıcı olamazlar. Özgürlüğün yolu meydanlardan geçer. Sivil toplum, meydanları darbecilerden geri almalı ve meydanlar darbecilere, çetelere, insan hakları ihlallerine ve sömürüye karşı özgürlük ve adalet talepleriyle inlemeli. İşte böyle bir direnişle fethedilen özgürlükler kolay kolay geri alınamazlar. Bir toplumun gerçek ve kalıcı bir adalet ve özgürlüğe ulaşabilmesi için de, özündekini fıtri ve vahyi ölçülerle değiştirip bu adalet ve özgürlük sistemine müstehak hale gelmesi gerekir.”
Kur’an kurtulsa, Diyanet denetimli zindandan
Tevhid topluma inse, minaredeki ezandan

İslam doğru anlatılsa, câmi durmasa âtıl
Hak kâim olsa, şüphesiz zail olacak bâtıl

Müslüman! Zilletten kurtul, onurunu çiğnetme
Zulmetme, zulmettirme, direnişi hiç terk etme

Bil ki, hakları bedelsiz vermez, zulmeden alçak
Özgürlük armağan edilmez, fethedilir ancak

Kalk! İtiraz et, hesap sor; hakkını al zalimden
Yoksa güç alıp, beslenir; suskun, zelil halinden

Hakk’a vurulmuş zinciri, mutlaka kırmalıyız
Baskı ve yasağa rağmen, Hakk’ı haykırmalıyız
 

Bismillahirrahmanirrahim
Değerli kardeşlerimiz!
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi sizlerin ve bütün dünya Müslümanlarının üzerine olsun.
Kardeşlerim! Bildiğiniz gibi, her Cuma konferansımıza, ümmetin genelinde yaşanan ıstıraplara kısaca da olsa değinerek giriyoruz. Azgın küresel zalimler ve yerli işbirlikçileri, zulümlerini sürdürdükleri için bizim de bu konuları gündemimize almamız gerekiyor. Bütün bu yaşanan zulümler, sanki hiç yaşanmıyormuş gibi davranamayız, bu zulümleri, hukuksuzlukları, küresel küfrün ve tağutların insanlık onurunu yok eden despot proje ve provokasyonlarını konuşmadan geçmemiz mümkün değil. İslam coğrafyasının neredeyse tamamında, belki bir iki istisna haricinde despot rejimlerin, emperyalist devletlerin işbirlikçilerinin baskısı ve zulümü devam ediyor. İşte Amerika kuklası darbeci Pakistan yönetiminin zulmünü izliyorsunuz. Katil işbirlikçi Pervez Müşerref’in ordusu içinde binlerce kız ve erkek öğrenci bulunan bir Medreseye saldırdı ve yüzlerce Müslüman öğrenciyi şehid etti. Sözüm ona dıştan gelecek saldırılara karşı kendi halkının güvenliğini temin etmekle görevlendirilmiş olan askerler, emperyalist Batının, yani dıştan saldıranların işbirlikçiğini, emperyalist saldırganların seküler değerlerinin ve çıkarlarının bekçiliğini üstleniyorlar ve dış düşman adına, maaşlarını ödeyen kendi halklarına saldırıyorlar. Halkın, kendi güvenliğini sağlaması ve emperyalistlere karşı kullanmak için ellerine verdiği silahları, utanmadan emperyalistlerle ittifak ederek kendi halklarına çevirme ahlaksızlığını gerçekleştiriyorlar. İşte darbeci Batı uşağı generallerin Pakistan uygulaması bu. Aslında bu durum, Batı güdümündeki az gelişmiş bütün ülkelerin kaderi haline gelmiş bulunuyor.

Değerli kardeşlerim!
Aslında bütün az gelişmiş ülkelerde, özellikle de halkı Müslüman ülkelerde Batının işbirlikçisi ordular ve askerler, gerçekten kendi halklarının ve yerli kültürün, İslami kimlik ve değerlerin düşmanıdırlar. Montesquieu’nün “Azgelişmiş ülkeler ordularının işgali altındadırlar” sözünü doğrulayan yaygın bir uygulama, bütün az gelişmiş ülkelerde yaşanmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin Batı kültürüyle yetişen ordularının görevi, kendi halklarını susturmak, bastırmak ve sindirmektir. Kendi ülkelerinin halklarını Batının seküler kültürüne eklemlemek, yerli özgün kültür ve değerleri ve bu arada esas olarak İslami kimlik ve değerleri dışlayıp, aşağılamak ve halklarını Batı çıkarlarına uyumlu hale getirmek üzere baskı ve zor kullanarak dönüştürüp, değiştirmek, emperyalist çıkar ve değerler istikametinde hizaya sokmaktır. Çünkü bu az gelişmiş ülkelerin ordularının subay kadrosu, büyük ölçüde emperyalist ülkelerde, onların kültürüyle ya da kendi ülkelerinde emperyalist ülkelerin tercüme edilmiş askeri eğitim program ve talimatnameleriyle yetiştiriliyorlar. Küresel emperyalist korsan devletlerin ve Batı emperyalizminin lideri konumundaki ABD ise, az gelişmiş ülkelerin askerlerinin eğitiminde birinci sırada yerini alıyor.

Türkiye’deki Batıcı sistemin kurucu “tek parti”si CHP’nin, 1970’li yıllarda millet vekilliğini yapan Süleyman Genç’in, az gelişmiş ülkelerdeki ve bu arada tabii ki Türkiye’deki silahlı bürokrasinin konumuna ilişkin tespitleri ilginçtir: “Emperyalizm bir ülkeye el koydu mu, öncelikle onun savunma ve güvenlik anlayışını çarpıtıyor..... Emperyalizm işin içine girdikten sonra silahlı kuvvetleri ya da güvenlik örgütlerini kendi halkına karşı kullanmasına zemin hazırlamaktadır. Emperyalist sisteme dahil bizde ve bütün ülkelerde böyle olmaktadır......Dünya Bankasının başında bulunduğu Mac Namara’nın kuram babası olduğu ve de 1952’lerde geliştirilen bu kurama göre az gelişmiş ülkelerin silahlı kuvvetleri ve güvenlik güçleri artık sınırlarda düşmanla değil de kendi ülkesinde kendi halkıyla dalaşacaktır. Bu dalaşma emperyalizm adına olacaktır.....Her ülkenin güvenlik örgütleriyle, silahlı kuvvetlerinde yeterince Amerikalı uzmanın bulundurulmasıyla bu işlevin yeterince yerine getirilmesi sağlanacaktır.” (Süleyman Genç, Bıçağın Sırtındaki Türkiye, İst. Der Yay,1978, Sh.208)

İşte bu bağlamda, Kemalist sistem de kuruluşundan beri, önce İngiliz, sonra da ABD emperyalizminin işbirlikçisi yönetimlerle, silahlı kuvvetlerin baskısı altında Türkiye’yi batı taklitçisi çizgide tutmaya çalışmıştır. Sedat Ergin’in 21 Nisan 1989 tarihli Hürriyet gazetesinde manşetten yayınlanan haberinde ve aynı gün Oktay Ekşi’nin baş yazısında yer alan bilgi ve belgelere göre: “ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe, ABD Senatosu Silahlı Hizmetler Komitesi’nde, Savunma Bakanlığı (Pentagon) bütçesi üzerindeki görüşmeler sırasında yaptığı konuşmada, IMET (Uluslar Arası Askeri Eğitim ve Talim) programını savunarak şunları söylemiştir: ‘Bize göre, dost ve müttefik ülkelere yaptığımız yatırımlar içinde en etkili ve en çok karşılık aldığımız yatırım, bu programdır...Bu program, nüfuz sağlamak açısından son derece başarılı olmuştur. Eminim ki, siz de duymuşsunuzdur; bugün dünyada ordularının başında olan, hatta bazı durumlarda ülkelerini yöneten pek çok asker, bu program sonucu ABD’de eğitim görmüş kişilerdir...” Crowe’un bu sözleri üzerine Senatör Sam Nunn, “Hem askeri liderleri hem de Cumhurbaşkanlarını eğittiğimizi mi söylemek istiyorsunuz?” diye sorunca, Oramiral Crowe, “Bazı ülkelerde evet” dedikten sonra açıklamalarına devam edecekken, kısa bir tereddüt anı geçirir ve “ Bunu söylemesem daha iyi olacak” der ve susmayı tercih eder. Nunn onu desteklediğini açıklayarak, “...pek çok ülkede ordu, politikanın içinde olmasa bile, kimin siyasi lider olacağı ve ne kadar görevde kalacağı konusunda çok büyük etkiye sahip bulunmaktadır” diye görüşlerini ifade eder. Pentagon tarafından 1990 mali yılı güvenlik yardım tasarısına ilişkin olarak Kongre’ye sunulan rapor, IMET’in amaçları konusunda Amiral Crowe’un sözlerinin ötesine geçen bilgiler veriyor. “IMET, diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine gelecekte yaklaşabilmek bakımından da önemli imkanlar sağlamaktadır. ABD’de eğitim görmeleri için seçilen öğrencilerin çoğu zaten üst kademe askeri lider olma özelliğine sahip subaylardır. Bu programda ABD’de eğitim gören askeri liderler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerdir.” Yine Hürriyet’in aynı haberinde yer alan bilgilere göre, ABD’nin IMET programı çerçevesinde sağladığı kredilerde Türkiye liste başında yer almaktadır. 1950’den bugüne (1989 yılına kadar) devam ede gelen bu program çerçevesinde on bine yakın Türkiyeli subay bu eğitimden geçirilmiş bulunmaktadır. (Vakit Gazetesi 22 Nisan 2002 nüshasının son sayfasında yayınlanan bu haber, 21 Nisan 1989 tarihli Hürriyet’ten alıntılanmıştır).

İşte bu programdan geçen pek çok subay TSK’nın yönetim kadrolarında görev yapmış, ülkelerinde Batı ve ABD çizgisinde liderlik yapmaları için eğitilen bu kadrolar her darbeden sonra yaptıkları açıklamalarda ilk önce, “NATO ve CENTO’ya bağlılık”larını beyan etmişler, bu aynı zamanda eğitiminden geçtikleri programın sahibi Pentagon’a bağlılığın ilan edilmesi anlamını da taşımıştır. Ve işte bu sebeple ABD elçisi darbenin başarıya ulaştığını Pentagon’daki üstlerine bildirirken “bizim çocuklar başardılar” ifadesini rahatlıkla kullanabilmiştir.

Pakistan’daki darbeciler de, Amerika’da aynı programlarda eğitilmiş, aynı Batıcı eğitim standartlarında yetiştirilmiş Amerikan işbirlikçisi generallerdir. Pervez Müşerref denilen zalim de, bir ABD işbirlikçisi olarak, Türkiye’deki 28 Şubat’la aynı zaman diliminde Pakistan’daki darbeyi gerçekleştirerek kukla bir yönetim oluşturmuştu. İki ülkede birden aynı zaman diliminde gerçekleştirilen darbelerle, emperyalist bir proje olan “global 28 Şubat”ın, Afganistan ve Irak başta olmak üzere bölgemize yönelik emperyalist işgal ve dönüştürme projesinin uygulamaya konmasından önce bölgeyi hazırlama amacı güdülmüştür. Böylece, Pakistan’nın, Afganistan’ın işgalinde, Türkiye’nin de Irak’ın işgalinde, emperyalist devletlerce çok yönlü olarak kullanılması amaçlanmıştır. Darbeci Batıcı generaller, her ülkede, baskı ve sindirmeyle halklarını susturmak görevini, Batı değer ve çıkarları istikametinde ülkelerini yönlendirmek misyonunu üstlenmişlerdir. Bu bakımdan, darbeci askeri bürokratların oligarşik yönetimleri her ülkede yerli halka söz hakkı tanımayan, onlara tahkküm etmeyi esas alan bir çizgiyi temsil etmektedirler. Ülkedeki, yönetim biçimini “demokrasi” olarak yutturmaya çalışsalar da, partiler kurulmasına, seçimlerin yapılmasına, hükümetlerin kurulmasına müsaade etseler de, bunların hepsi yalandan ve aldatıp oyalamaktan ibarettir. Aslında gerçekleştirilen tam anlamıyla sahtekârlıktır. Aslında, bu tür ülkelerde ne demokrasinin teorisinde ifade edilen anlamda bir halk iradesinin hâkimiyeti, ne de insan hakları ve hukuk söz konusudur. Anayasalarda yer verilen bu tür “demokrasi” ve “hukuk devleti” gibi ifadeler, yaşanan sahtekarlığın ve oligarşik despotizmin kamuflaj malzemesinden başka bir şey değildir. Pakistan ve Türkiye gibi ülkelerde, ne özgürlükler, ne hukuk vardır, ne de halkın sözü geçmektedir. ABD, AB, İsrail gibi emperyalist ülkelerin ve yerli işbirlikçileri olan depotların sözü geçmektedir. Batılı emperyalistlerin, seküler değerlerinin temsilciliğini de, çıkarlarının bekçiliğini de oralarda eğitilmiş, kendi hakının İslami kimlik ve değerlerine ise yabancılaşmış olan askeri bürokratlar yerine getirmektedirler. İşte medrese basarak katliam yapan Pervez Müşerref de bu zalimlerden sadece birisidir.

Değerli kardeşlerim!
“La’l medresesi”ndeki binlerce öğrenciyle darbeci Müşerref güçleri arasında aracılık yapanların kan dökülmeden sona erdirilmesine dair uzlaşma teklifleri darbeciler tarafından kabul edilmemiş ve ani bir baskınla 100’ün üzerinde, bir başka habere göre ise 1000 civarında Müslüman öğrenci katledilmiş, şehit edilmiştir. Bu insanların üzerine vahşice saldırılmasının sebebi ise, “içki, kumar ve gayri ahlaki yerlerin kapatılmasını, İslam hükümlerince hükmedilmesini” istemeleridir. Direnişçi öğrenciler yaptıkları bir açıklamada, “yoksullar için adalet istiyoruz” demişler. Az gelişmiş ülkelerde statükodan beslenen, darbeci yandaşı Amerikan işbirlikçisi büyük sermayedarlar var. Halkın anasını ağlatmakta, sömürmekte, kaynaklarını talan etmektedirler. Darbeci Amerikan işbirlikçilerinin hükmettiği bütün ülkelerde halk yoksuldur ve ezilmektedir. Evet, şehit edilen Müslüman medreseliler, işte bu zalim statukonun ilahlarını rahatsız eden şu taleplerde bulunmuşlar: “yoksullar için adalet istiyoruz. Yiyecek ekmekleri olmalı” demişler. Çok şey istemişler. Hiç yiyecek ekmeği olabilir mi yoksulların? Hiç halkın yoksulluktan kurtulması istenir mi? Nasıl böyle bir şey istersiniz, egemen zalimler, zorbalar, neyle bu statükoyu sürdürecekler? Bu lüks ve israf içindeki hayatlarını, azgın hayat standartlarını nasıl sürdürecekler? Halk yiyecek ekmek bulur, yoksulluktan kurtulursa, kaynaklar talan edilmezse bu azgın egemenler nasıl ayakta kalacaklar? Üstelik bir de, zalimlerin egemen kılmak istedikleri gayri insani ve gayri ahlaki hayat tarzının değişmesini istemişler, “zinaya, rüşvete, baskıya, müstehcenliğe ve adam kayırmacılığa son verilmesini istiyoruz” demişler. Bu taleplerde bulunanlar, zalim tağutların nezdinde öldürülmeyi hak etmektedirler. Aynı şeyler Türkiye gibi ülkelerde de geçerli değil mi? Oysa, Pakistan’lı Müslüman öğrencilerin, katliam sebebi kılınan talepleri, ne kadar masum, ne kadar adil, ne kadar insani talepler, öyle değil mi? Bir daha okuyorum. “Yoksullar için adalet istiyoruz. Yiyecek ekmekleri olmalı. Zinaya, rüşvete, baskıya, müstehcenliğe ve adam kayırmacılığa son verilmesini istiyoruz”, demişler. Vay sen misin bunları isteyen, başlarına geçiriliyor evleri, üzerlerine çökertiliyor medrese binaları. Ve 100’ün üzerinde insan katlediliyor. 100’lercesi de yaralanıyor. İşbirlikçiler her yerde olduğu gibi Pakistan’da da demin ifade ettiğimiz eğitim gereğince namlularını, silahlarını, kendilerine o silahları alması için vergi veren halka çevirmişlerdir. Ulusalcı-laik ve Batının işbirlikçisi kadrolar Pakistan’da da kukla bir yönetim oluşturup halkla savaşıyorlar, Afganistan ve Irak’ta da kukla bir yönetim oluşturup halkla savaşıyorlar. Filistin, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan’da da Amerikancı batıcı yönetimler halkın kaynaklarını talan edip, halka zulmediyorlar. Her yerde böyle, hangi ülkeyi alsanız dökülüyor.

Türkiye’ye gelince; ulusalcı, laik ve Batı işbirlikçisi konumundaki oligarşi, Tükiye de de aynı baskıyı ve zulmü farklı boyutlarda gerçekleştiriyor. Az gelişmiş ülkelerin çoğunda, İslam coğrafyasının çok büyük kısmında bu tip işbirlikçi oligarşik kadrolar egemen bulunuyor. Bu oligarşi ya da monarşiler, kendi halklarının değerlerine karşı düşman, kendi halklarının İslami kimliği ile savaşan ve kendi halklarının kaynaklarını talan edip, kapitalist ülkelerle paylaşan bir fonksiyon görüyorlar. Emperyalist küresel terörist George Bush katiamdan sonra yaptığı açıklamada, halkını katleden Müşerref hakkında, “Ondan çok memnunum” diyor. Niye memnun olmasın ki, onun çıkarları için kendi halkını katleden bir uşak var emrinde. Katil Bush, bu kukla yönetimden, darbeci generalden memnun, işbirlikçi darbeci de, George Bush’u daha çok memnun etmek için, daha nice kanlar dökmeye devam edecektir, bundan hiç şüpheniz olmasın. ABD, AB ve İsrail başta olmak üzere, tüm emperyalist devletler, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ve “ılımlı İslam” adı altında, bir işgal ve dönüştürme bir projesini uygulamaya koymuş bulunuyorlar. Bununla, kapitalist, emperyalist devletlerle uyumlu olan, onların çıkarlarına karşı çıkmayan, onlarla çatışmayan, onlara karşı ve onların emperyalist projelerine, işgal ve sömürülerine karşı direnmeyen, onlarla uzlaşmayı tercih eden, hayata müdahale iddialarından vaz geçmiş, vicdanlara çekilmiş, Hıristiyanlık gibi bir “İslam” anlayışı oluşturmak istiyorlar. Bunun için uzun süreden beri medreselere müdahale ettiler. Pakistan başta olmak üzere birçok İslam ülkesinde, Ürdün’den Suudi Arabistan’a, Türkiye’den Mısır’a kadar medereselere müdahale ettiler, İslami eğitim programlarına müdahale ettiler. Başta tevhid, cihat, tağut, şehadet gibi kavramlar olmak üzere, kimlik kazandıran, ilke belirleyen, motive eden, direniş azmi kazandıran kavramların eğitim programlarından çıkarılmasını dayattılar.
Bildiğiniz gibi, Türkiye’de de 2005 yılı başında, AKP’nin İçişleri Bakanı yayınladığı bir bildiriyle, eğitim kurumlarında bütün bu kavramların kullanılmasını yasakladı. “İlah, Rabb, tağut, tevhit, cihat, imam, şehadet, küfür, şirk” gibi birçok temel kavramları, kendisinin de Müslüman olduğunu iddia eden AKP’nin İçişleri Bakanı bir genelge ile yasakladı. Görüyorsunuz, heryerde aynı zulüm devam ediyor. Eğitim programlarına müdahale ediliyor. İslam, ılımlaştırılmaya, yani Allah’ın tevhit dini olmaktan çıkarılmaya, kapitalist emperyalistlerin işini kolaylaştıracak seküler bir din anlayışının İslam diye takdimine çalışılıyor. Türkiye’de İmamhatip Okulları ki, bildiğiniz gibi bunlar tamamen sistemin okullarıdır, seküler bir projedir ve laik eğitim programı uygulanmaktadır ve normal şartlarda bu okullarda asla tevhidi bilinci yakalamak mümkün değildir. Ancak, özel bazı duyarlı öğretmenlere denk gelinmemişse, orada görece bir biliçlenme yaşanabilmektedir. Buna rağmen, bu okullara bile tahammül edemeyip, kendi projelerinin bile kendilerinin aleyhinde işleyebileceği, insanların bir şekilde orada Kur’anla muhatap olup, İslam’a doğru yönelebileceği şüphesiyle İmam Hatip lisesinde okuyanlara yaşatmadıkları zulüm kalmadı.

Değerli kardeşlerim!
İşte bir taraftan, bu dönüştürme projeleriyle İslamı ve Müslüman halkları dönüştürmeye kendi çıkarlarına hizmet eder hale getirmeye çalışıyorlar. Diğer taraftan da bu emperyal projelere ve işgale, sömürüye direnenleri yok etmeye çalışıyorlar. Tıpkı, “La’l mederesesi”nde olduğu gibi. Veya Irakta, Afganistan da, Filistinde direnen onurlu halkların terörist diye damgalanıp öldürülmeye, yok edilmeye çalışıldığı gibi. Ulusalcı, laik, Batıcı Abbas’ın Filistin’de, ulusalcı, laik ve Batıcı darbecilerin ve çetecilerin ise Türkiye’de sürekli İslam ve Müslümanları baskı altına alma, ötekileştirip düşman ilan etme çabası da devam ediyor.
Evet değerli kardeşlerim!
Muhtıracı, darbeci generallerin taahhükümünde olan Türkiye’de her gün yeni çeteler ortaya çıkıyor. Tam bir çete bataklığı haline geldi Türkiye. Her gün yeni bir çete ile ya da eski çetelerin yeni vukuatlarıyla tanışıyoruz. Ve bu çetelerin, devletin en üst kademelerine, özellikle de TSK’nın üst kademelerine kadar giden bir ilişki ağının olduğu basında yer alıyor. Muhtıralarıyla ünlü Genelkurmay, çetelere bulaşanları derhal ihraç etme kararı aldığını açıklıyor. Çünkü bu tür çeteleşmelerde yer alan emekli askerlerin sayısı giderek artıyor, üstelik bunlar halen görevde olanlarla irtibat halindeler, korunuyorlar, destek görüyorlar. İşte nihayet TSK’nın itibarını kurtarmak için söylem planında bile kalsa harekete geçildiği imajı verilmek isteniyor. Ben şahsen bunun yapılacağına asla inanmıyorum. Susurluk, Şemdinli, Atabeyler vb çeteler hakkında takınılan tutum ortadayken, Hudson toplantısına katılıp Türkiye aleyhinde senaryolara katkı sunan generaller hakkında takınılan tutum ortadayken ve üstelik Genelkurmay bizzat kendisi, muhtıralar, siyasi bildiriler yayınlayarak hukuksuzluk yapmaktan, anayasa ve yasaları çiğnemekten çekinmiyorken, Genelkurmay’ın bu sözüne nasıl güvenilebilir? Aslında bütün bu olaylar, çeteleşmeler, cuntalaşmalar, darbeler, muhtıralar TSK’nın eğitim sistemini dikkate aldığınızda ve Batıdan devşirdikleri talimatname, yönetmelik ve buna benzer TSK’nın iç düzen ve işleyişini sağlayan çeşitli belgelerin içeriğine baktığınız zaman, bu tür bir sonucun doğal olduğu kanaatine varırsınız. Cunta, çete ve darbeci üreten bu yozlaşmanın arka planında, işte bu pozitivist, dogmatik eğitim sisteminin, emperyal çıkarlara göre yönlendirilmenin ve Batının çürütücü seküler değerlerinin yer aldığını görmemek için kör olmak gerekir. Bakınız, Sauna, Atabeyler, Kuvvacılar, vatansever sahtekârlar nasıl bir zeminde yetişiyor. 1964 yılında, KKK’lığının emri ile Orgeneral Ali Keskiner imzasıyla bir sahra talimatnamesi yayınlanıyor. Bugün hala geçerli olan bu, ST 31-15 nolu sahra talimatnamesi, NATO’nun da yönlendirmesiyle Amerika’dan tercüme edilerek Türkiye’de TSK tarafından uygulamaya konuluyor.

Değerli kardeşlerim!
İşte bu talimatnameye göre, Türkiye de “adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm bırakma, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber, zorbalık ve şantaj” gibi provokasyonlar, eylemler yapılabilmesi sağlanıyor. KKK’lığı emriyle ve Org. Ali Keskiner imzası ile yürürlüğe giren bir talimatnameden okuyorum bu satırları. Düşünebiliyor musunuz, bunların hepsi hukuk dışı, yasa dışı ve bunların hepsi talimatnamede yer alıyor. Ve bütün bunları yapacak özel kuvvetler oluşturuluyor. NATO’nun da güdümünde, yasalar dışında hareket edecek böyle bir silahlı güç oluşturuluyor. Bütün NATO ülkelerin de oluşturulan bu yasa dışı silahlı güç, bilahare hepsinde çökertildi ve yaptıkları katliamlar, suikastlar ve yasa dışı bütün eylemler sebebiyle ağır cezalara çarptırıldılar. Türkiye’de ise, devletle ve TSK ile işte bu kadar iç içe geçmiş olduğu için, isim değiştirilerek varlığını ve yasa dışı faaliyetlerini sürdürüyor. Askeri bürokratlar öncülüğündeki oligarşik yönetimin ve askeri vesayet rejiminin baskısı ve oluşturduğu tehdit sebebiyle, kimse cesaret edip üzerine gidemiyor. Bir de, siyasi kadrolar, korkak, yüreksiz, beceriksiz, riski göze alamayan ve kısa vadeli siyasi çıkarlarını ahlaki ilkelerinin ve halka yaptıkları vaatlerinin önüne alan bir ilkesizlikle malul olunca, halkın ne kadar desteği olursa olsun, görevlerini yerine getiremiyorlar. Bu ilkesizlik ve edilgenlikle sonuçta darbecilere, çetelere teslim oluyorlar.
Söz konusu KK Komutanlığı talimatnamesinde şunlar da yer alıyor: “Gayri nizami kuvvet politik anlayışına ve benzeri düşüncelerine taraftar olan, Silahlı Kuvvetler eski mensuplarıyla gayrı nizami kuvvet teşkiline muktedir kuvvetli şahsiyetler ve bunların faaliyetleri üzerinde durulmasını” öngören, “barış döneminde savaş halinin varlığını kabul ettirmek yolunda” girişimlerde bulunulma biçiminde kullanılan, “Sivil bir örgütlenme şeklinde idari taksimata uygun hücre tipi örgütlenilmesini; tedhiş(korkutma, dehşet salma), sabotaj, gizli haber alma” yöntemlerini benimseyen, “silahlı soygunları” bu yolda bir finansman yöntemi olarak gören ve “köylere kadar” örgütlenmeyi temel alan yasal talimnamenin ismi: ST 31-15… Namı diğer; Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sahra Talimnamesi 31–15… (Kaynak: Aktif Haber)
Bu “Gayri nizami kuvvetler”in örgütlenmesinde eski silahlı kuvvetler mensuplarının da görev almalarının gözetilmesi talimatı veriliyor. Odan sonra da ulusalcı-Kemalist çeteleşmede emekli askerlerin öncülük ve yöneticilik yapmalarına şaşırılmış gibi yapılıyor. Hâlbuki tüm yaşananlar, çeteleşmeler, suikastlar, bombalamalar, soygunlar ve bütün bunları yapan çeteleşmelerin emekli askerlerin yönetiminde gerçekleştiriliyor olmasında şaşılacak hiçbir şey yok, bütün bunlar öngörülmüş, planlanmış doğal sonuçlardır. Bugün ortaya çıkarılan çetelerden, TSK’nın bütün mensuplarının ve yetkililerinin tamamen habersiz oldukları, alakasız oldukları, vay bunlar da nereden çıktı diye şaşkınlığa düştükleri söylenemez. Askeri ideolojik ve dogmatik eğitimle ve yukarıda zikredilen türden talimatnamelerle ve NATO üyesi olmaktan da kaynaklanan emperyalist yönlendirmelerle, bunlara zemin hazırlandığı son derece açıktır. Bizzat görevdeki generallerle, emekli subay ve astsubayların işbirliği halinde oluşturdukları yapılanmalar söz konusudur. Mesela ST 31-15 sahra Talimatnamesiyle nasıl örgütlenecekleri açıkça ortaya konmuş bulunuyor.
Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’tan sonra Org. Hilmi Özkök döneminde yükselen “vatan elden gidiyor” dalgasına Sahra Talimnamesi noktasından dikkat çekiyor. Özel Harp Dairesi’nin kurucusu Org. Kemal Yamak’ın kaleme aldığı anılarını hatırlatan Orakoğlu, Sahra Talimnamesi’nin Amerika’dan alınışı ve yanlış tercüme edilip, yanlış uygulanışıyla ilgili çarpıcı bilgiler veriyor: “Sahra Talimnamesi bazı birimlere adam öldürme yetkisi filan veriliyor. Devletin sirayet edemediği birtakım üniteler var. Özel Kuvvetler komutanlığının kuruluşu Amerika örnek olarak yapılmıştır. Kemal Yamak Paşa’dır bunun esas kurulucusu. Siz böyle bir kuvvet kuruyorsunuz, bu kuvvet nerde kurulmuş bu dünyada diyorsunuz Amerika’da kurulduğunu görüyorsunuz ve oradan alıyorsunuz örneklerini. Kuruluşundaki talimnameyi alırken yanlış tercümeler yapıyorsunuz bir. İki; ABD’nin o talimatnameyle kurduğu kuvvetler, işgal edeceği topraklardaki ABD Özel kuvvetlerinin yapacağı işleri anlatıyor. Biz bunu alıp Türk milletine uyguluyoruz. Onlar uyguluyoruz demiyor ama. Türkiye’de farklı yapılar var, bir yapıya takılmayalım. Özel Kuvvetler ve bunların arkasındaki yapılar farklı. Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın barış zamanında hiçbir faaliyeti yoktur. Yoktur dememiz yanlış olur, olmaması gerekir mevzuata göre. Savaş halinde, diyelim Ankara düşman işgaline uğradı. Özel kuvvetler bu Ankara’nın gerisine sızarak gerilla savaşı veren ve önceden de halktan seçtiği insanlarla bunu yapan bir birimdir. Demek ki Özel Kuvvetler barış zamanında halkla beraber yürüttüğü bir şey var. Bu isimler gizlidir. Halktan her çeşit insan olabilir. Buraya dikkat edin. Özel Kuvvetler barış zamanında örgütlenir ve eğitim amaçlı şeyler yapabilir. Komutanlığın bilgisi dâhilinde. Atabeyler’de ne deniyordu? Biz falan yerde bunları yaptık ama eğitim amaçlı bunu yaptık deniyordu. Böyle bir yapı var. TSK içindeki bu kanunsuz oluşumları çok ciddi biçimde ayıklaması gerekir.”

Orakoğlu, “Şuan barış zamanında savaş hali yaratılarak birtakım güçler raydan mı çıkıyor” sorusuna ise; “Devlet içerisinde devlet yetkilerini kullanan bazı kişilerin veya grupların kontrol dışına çıktığı bir gerçek. Atabeyler böyle bir şeydir. Sahra Talimnamesinin yanlış alınışı uygulanması. Barış zamanı örgütleniyorlar. Bu örgütlenmeler içinde bir takım yasa dışı kullanımlar olmuş mudur olmamış mıdır? Olmuştur. Bu; bu kadar nettir. Bunlar çetelere alınıyor meselesi, bence bunlar parasal değildir, bunlar ideolojiktir. Türkiye’deki 28 Şubat’tan sonraki gelişmelere bilhassa Hilmi Özkök paşa dönemindeki gelişmelere bakarsanız bu ‘vatan elden gidiyor’ meselesidir.” cevabını veriyor.

Türkiye’nin Sahra Talimnamesi dâhil hatalarıyla yüzleşmesi gerektiğini belirten Orakoğlu, “MGK içerisinde Toplumsal İlişkiler Başkanlığı vardı, kaldırıldı bu Hükümet tarafından. Bunlarla ilgili bir takım cinayetlerle ilgili çok ciddi iddialar vardı. Böyle bir şey olduğunu söylemesek bile bizim tespit ettiğimiz PKK’nın üst düzey yöneticileriyle TİB’den birileri görüşmüştür. Biz güçlü bir devlet istiyorsak bugüne kadar yaptığımız hataları kabul etmemiz gerekir. Talimname yanlış tercüme edilmiş. Bunu Kemal Yamak Paşa söylüyor, kitap yazmış. Ben de çalıştım kendisiyle. ‘Yanlış tercüme edildi, çok suçlamalarla karşılaştık’ diyor. Başka bir yerde de diyor ki; ‘Bu aslında ABD’nin feth edeceği ülkelerde uygulayacağı bir şey’ ABD bunu kendi halkına uygulamıyor ki, kendi ülkesinde uygulamıyor ki. Onun için bu tür Türkiye’deki yapılanmalarla çok net yüzleşmemiz lazım.” sözleriyle durumu özetliyor. “Kuvayi milliye tipi derneklerin Tuncer Kılınç Paşa gibi emekli olan askerler veya bir takım yapılarca teşvik edildiğini” söylüyor. Bülent Orakoğlu ise, Sauna Atabeyler çeteleri ile Kuvayi milliye örgütlenmelerinin bir yerden yönetildiğini, ancak birbirlerinden haberlerinin olmadığını söylüyor ve farklı misyonlarının olduğunu belirtiyor.

Kuvayi Milliye Derneği’nden olaylı biçimde ayrılan eski Genel Başkan Yardımcısı Ali Özoğlu’nun Sabah Gazetesi’nde yer alan sözleri önem taşıyor: "Kuvayi Milliye Derneği'nde sekiz ay yer aldım, bir yıl önce de istifa ettim. Çünkü 'Türk anadan Türk babadan doğma diye' bir ayrım yapmak bu ülkenin değerleriyle bağdaşmaz. O albayı o derneğin başına kim getirdi, tüzüğünü kim hazırladı, bunlara bakmak lazım. Bu dernekler 10 yıllık bir hazırlığın sonucunda kuruldu” diyor. Köylere kadar örgütlenen bu ulusalcı çetelerin emekli asker yönetim kadroları, bir istiklal savaşı başlattıklarını, “Kuvayi milliye”yi oluşturduklarını ve yasalara aykırı bir şekilde bu çalışmaları yapacaklarını, yapmaları gerektiğini söylüyorlar. Örgütlenmede emekli askerleri kullanmak ise bizzat talimatnamede yer alıyor. MGK genel sekreteri Tuncer Kılınç çeşitli defalar yaptığı açıklamalarda bu tür derneklerin kurulması gerektiğini açıkça destekliyor ve söylüyor. Bunlar nasıl görmezden gelinecek sanki bunlar nereden çıktılar. Bütün bu gerçeklere rağmen, Genelkurmay’dan yapılan “bu tür yapılarla ilişkileri olanları tespit ettiğimizde derhal ihraç edeceğiz” gibi bir açıklamaya nasıl güvenilebilir.
Aktif Haber’in tespitlerine göre: “ST 31-15 Talimnamesi’nde hücre biçiminde önerilen yapılanmaların kurulma şekli de şöyle öneriliyor: “Gayri nizami kuvvet politik anlayışına ve benzeri düşüncelerine taraftar olan, Silahlı Kuvvetler eski mensuplarıyla gayrı nizami kuvvet teşkiline muktedir kuvvetli şahsiyetler ve bunların faaliyetleri üzerinde durulması” Bu durum Kuvvayi Milliye Derneği, Vatansever Kuvvetler Güçbirliği gibi derneklerin yönetim kademelerinde emekli askerlerin yoğun biçimde bulunmasıyla paralellik gösteriyor. MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, çeşitli defalar yaptığı açıklamalarda bu derneklerin kurulması gerektiğini açıkça destekledi. Kimi emekli askerlerse bizzat bu derneklerin içinde yoğun biçimde yer aldılar. Yörük köylerinde propaganda yapan Vatansever Kuvvetler Güç birliği Platformu'nun onursal başkanlığını Emekli Korgeneral Hasan Kundakçı yaptı. Silah üzerine ölme öldürme yemini ettirilen kuvvacı dernekte Emekli Kurmay Albay Fikri Karadağ var. Başka bir Kuvvai Milliye Derneği'nin basın sözcüsü ise emekli Kurmay Albay Aziz Ergen. Sendikacı Mustafa Özbek'in 'Türkiyem Topluluğu'nun kurucuları arasında emekli Tuğgeneral Alaettin Parmaksız, danışma kurulundaysa emekli Org. Hurşit Tolon var. Liste uzuyor…
Kuvvai Milliye Derneği: Emekli Kurmay Albay Aziz Ergen. Ergen, 2000-2001 yılları arasında Jandarma Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı yaptı.
Kuvayi Milliye Derneği: VKGB'den ayrılan emekli Kurmay Albay Fikri Karadağ kurdu. Silah üstüne ölme öldürme yemini ettirdi. (Not ikisi ayrı dernekler. ‘v’ ile ‘y’ farkı)
Vatansever Kuvvetler Güç birliği Derneği: Onursal başkanlığını emekli Korgeneral Hasan Kundakçı yapıyordu. Danıştay saldırısıyla bağı çıkınca hemen ayrıldı.
Türkiyem Topluluğu: Metal-İş Başkanı Mustafa Özbek’in kurduğu oluşumda, Hakkâri Dağ Komando Tugayı'nın ünlü komutanı Emekli Tuğgeneral Alaattin Parmaksız, ve Danışma Kurulu'nda 1. Ordu Komutanı olarak görev yapan emekli Orgeneral Hurşit Tolon var.
Ulusal Birlik Hareketi Platformu: Ankara temsilciliğini Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı ve eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur yürütüyor.
Müdafa-i Hukuk Vakfı: Emekli 3. Ordu Komutanı ve Orgeneral Necati Özgen ile eski Van Valisi Mahmut Yılbaş beraber kurdular.
Silahlı soygunlar: Sahra Talimnamesi’nde açık ve gizli gayrı nizami faaliyetler; “Adam öldürme, bombalama, silâhlı soygunculuk, işkence, kötürüm bırakma, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber, zorbalık ve şantaj…” şeklinde sıralanıyor. Bu bölümde görülen “silahlı soygunlar” söz konusu “hücrelerin” finansmanını sağlamak için. Bu haliyle son dönemde yaşanan, uzun namlulu silahlar ve kar maskeleriyle caddelerin trafiğe kapatıldığı, gaz bombalarının kullanıldığı ve hiçbir delil bırakmadan bitirilen profesyonel işi kuyumcu soygunlarını akla getiriyor. Bülent Orokoğlu’nun talimnameyle ilgili dikkat çektiği, “barış zamanı sivil halkla kurulan örgütler ve yapılan eğitimler” son dönemde Özel Kuvvetler personeli ile işadamlarından oluşan ve eğitim CD’leri, eğitim krokileriyle yakalanan iki gruba dikkatleri yöneltiyor:
Sauna Çetesi: Genelkurmay Başkanlığı Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı Muhabere Arama Kurtarma timinde görevli Yüzbaşı Nuri Bozkır ve Eski Emniyet Genel Müdür Vekili Ertuğrul Çakır’ın İşadamı Kasım Zengin’le paramiliter bir örgütlenme kurduğu ortaya çıkmıştı. Yüzbaşı Bozkır’ın askeri stratejik bilgileri içeren CD’leri Zengin’e verdiği tespit edildi. Söz konusu örgütlenmenin ST 31-15’te belirtilen şekilde istihbari faaliyette bulunduğu, kamu kurumları ve alışveriş merkezlerinin fotoğraflarını çektikleri, krokilerini çıkardıkları, bunları 68 CD’lik bir katalog halinde arşivlerinde tutukları belirlenmişti. Çetenin aynı zamanda Ankara birinci bölge milletvekillerini ve bu bölgeden seçilip bakan olmuş ki aralarında Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in de bulunduğu, 3 bakanı yakın takip ederek haklarında dosya tuttukları da ortaya çıkartılmıştı. Çete üyelerinin eylem yapmak için bombalı özel eğitimden geçtiği tespit edilmişti. Tüm bu eğitim, bilgi arşivi oluşturma işlemleri Sahra Talimnamesinde belirtilen şekle uyuyor.
Atabeyler Grubu: Başbakan Erdoğan’ın evinin çevresinin krokileri ve bomba düzenekleri bulunan Ankara Eryaman’daki hücre tipi eve yapılan baskında ise başka bir örgütlenme ortaya çıkartıldı: Atabeyler… Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda görevli bordo bereli Pilot Yüzbaşı Murat Eren, Pilot Üstteğmen Yakup Yayla, aynı birimde görevli Astsubaylar Erkut Taş, Yasin Yaman, Çorum Emniyet Müdür Yardımcısı Cemal Hasan Özdeş, Merzifon Emniyet Müdürü Mustafa Raşit Çavdar, işadamları Yunis Akkaya, Suat Kiy, İsmail Binici, Başbakanlık Gümrük Muhafaza'da görevli Mehmet Karatepe’nin Atabeyler grubunun içinde olduğu savcılık iddianamesiyle belirtilmişti. Kendilerine özgü flama bile bastıran Atabeyler grubu yargılama süresince yaptıklarının “eğitim amaçlı” olduğunu vurguladılar. Krokiler, bomba eğitim düzenekleri ve ajandalardaki notlar Sahra Talimnamesi’nin öngördüğü sivil-asker karışımı hücre örgütlenmesinin yapması gereken faaliyetlerden.”
Basında yer alan haberlere göre: “Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği (VKGB) ile silah üzerine yaptırdığı yeminle gündeme gelen Kuvayı Milliye Derneği'nin 2005 yılı Mart ayında emekli Korgeneral Hasan Kundakçı huzurunda 'ittifak' kararı aldığı ortaya çıktı. Birleşme töreninde konuşan Kuvayı Milliye Derneği'nden Hüseyin Görüm'ün, 'üst düzey yetkililerle' temas halinde olduklarını açıkladığı öğrenildi. Eski Jandarma Asayiş Bölge Komutanı emekli Korgeneral Kundakçı, tüfeğindeki tambura nedeniyle 'Tamburalı Paşa' olarak da tanınıyor. Onursal başkanlığını emekli Korgeneral Hasan Kundakçı'nın yaptığı VKGBH Derneği'nin İstanbul Erol Çakır Öğretmenevi'ndeki ünlü toplantısına dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, emekli Tümgeneral Cumhur Evcil, emekli Korgeneral Suat İlhan ve Yargıtay Onursal Başsavcısı Vural Savaş'ın da çelenk gönderdiği belirlendi.”
Değerli kardeşlerim!
Görüyorsunuz, hepsi iç içe geçmiş vaziyetteler. Yine basında yer alan bir habere göre: “Adı Danıştay saldırılarından sonra daha sık gündeme gelen emekli Binbaşı Muzaffer Tekin, derin devletin ve kirli ilişkilerin sembolü olarak kamuoyunda tanındı. Muzaffer Tekin'in ilişkileri, bugüne kadar hep emekli askerler çerçevesinde sınırlı idi. Tekin, ilk kez muvazzaf askerlerle birlikte görüntülendi. Ödülün görüntülerini Kanal D Haber ortaya çıkardı. Tuzla Piyade Okulu Okul Komutanı Tümgeneral Zekeriya Öztürk'ün elinden liyakat ödülü aldı. Üstelik, bu ödülün verildiği tarih çok eskilerde değil. Skandal olayların patlak vermesinden sonra. Yani isminin karanlık çete örgütlenmelerinde geçtiğini sağır sultanın dahi duymasından sonra. Yani yeni bir “iyi çocuk” sendromu ve askerden karanlık ilişkiler ağının organizatörlerine bir “aferin” daha!”
Çete davalarında ismi geçtiği süreçte, Muzaffer Tekin, Tuzla Piyade Okulu komutanı Tüm General Zekerriya Öztürk’ün elinden liyakat ödülü alıyor. Arandığı sırada, medyada tartışıldığı sırada veriliyor. Ne kadar cüretkar hareket ediyorlar değil mi? Korunacaklarından, kimsenin hesap soramayacağından ne kadar da eminler değil mi?

Şimdi insafla soralım, orduyu yıpratan, küçük düşüren kim? Hudson’da Türkiye aleyhindeki katliam senaryolarını emperyalistlerle birlikte konuşan generaller ve onlara sahip çıkan Genelkurmay mı, yoksa bu tür işbirlikçi ilişkileri ve provokasyonları eleştirenler mi? TSK emeklisi ya da muvazzaf subaylar, çeteleşmeye gittikleri, katliamlar yaptıkları halde onları koruyup “iyi çocuklar” diyen mi, yoksa bu tür hukuksuzlukları ve çeteleşmeleri eleştirip ıslahat isteyenler mi? Çetelerle, suç örgütleriyle açık ilişkisi medyaya yansıyan, çeteleşme suçundan yargılanan emekli subaya “liyakat ödülü” veren general mi, yoksa bunu eleştirip hukuku savunanlar mı?
Statükodan beslenen hortumcuların ve sömürücü büyük sermayenin işbirlikçisi darbeci generaller, yaptıkları baskı, haksızlık, sömürü ve zulümleriyle, çetelere verdikleri destekle, TSK’nin itibarını bizzat kendileri zedeledikleri halde, bu yanlış tutumlarını ve haksızlıklarını eleştirenleri de, hiçbir alakası olmamasına rağmen, hemen “orduyu tezyif ve tahkir” ya da “halkı askerlikten soğutma” gibi suçlardan yargılanmaları için suç duyurularında bulunarak, kendi suçlarını kendilerini eleştirenlerin üzerine atarak üste çıkmaya çalışırlar. Halbuki TSK üst kademelerine gelen generallerin yapmaları gereken, kendilerine sürekli itibar kaybettiren, kendilerinden kaynaklanan bu olumsuzluklarla ilgili eleştirilere kızmak yerine, tam tersine bu eleştirilere teşekkür ederek, yapılan eleştirilerden dersler çıkartıp, hatalarını düzeltmek suretiyle hem kendilerinin hem de halkımızın hayrına olacak çözümler üretmeye çalışmak olmalıdır. Askeri eğitim sisteminden-halkın iradesi üzerinde kendilerine biçtikleri konuma kadar, kendi kanunlarınca da yasaklanan siyasi açıklamalardan-halkın değerlerine ve dinine müdahaleye kadar, halktan kopuk lüks bir hayat yaşamaktan-hortumcu sermayedarlarla ve çetelerle iç içe geçen mensuplarına kadar, insan hakları ihlallerinden-“andıç”larla masum insanları karalamaya ve illegal “BÇG”ler oluşturarak halkı fişlemeye kadar, başörtüsü yasağına verdikleri destek ve Kürt sorunun adil bir çözüme ulaşmasını engelleyerek geniş halk kitlelerine verdikleri büyük maddi ve manevi zarara kadar, sebep oldukları her türlü olumsuzluğu sorgulayarak, hallerini ıslah etmeye çalışmak, siyasi kadroların bütün bu alanlarda uygulamaya koyacakları ıslahat projelerine şartsız destek vermek olmalıdır.
Değerli kardeşlerim!
Dün İstanbul Ticaret Odası toplantısını haberlerde takip ettiniz mi? Bilmiyorum. Gerçekten sermayedarların çoğunluğunun bulunduğu konum itibariyle utandırıcı bir manzaraydı. Statükodan besleniyorlar ya, çoğu talanla, vurgunla geçiniyor ya, işte bu sebeple statükoyu ve statukonun ilahı olan asker bürokratları canhıraş savunuyorlar. Kendilerine çıkar sağlayan statükonun sürmesi için, askeri darbecilerin ve çetecilerin arkasında yer alıyorlar. İTO’da bir tane özgür düşünen adam çıkmış bundan önceki toplantıda ve demiş ki, “Demokrasiyi kendi çıkarları açısından bir tehdit olarak gören devlet egemenlerinin laiklik tehlikesini bahane ederek, muhtıra ile milletin meclisini devlet meclisi haline getirmeye çalışıyorlar” demiş ve “devlet seçkinlerinin ve statükodan beslenen güç odaklarının imtiyazlarını ve hükümranlıklarını korumak için sürekli gerginlik yarattığını” savunmuş. Fatih Oruç, “dünyada olduğu gibi Türkiye’de de darbelerin sadece siyasi değil, aynı zamanda ekonomik, kültürel ve ahlaki bir sorun olduğunu” ifade ederek, ordunun kendine has eğitim sistemi ve yapılanmasıyla toplumdan kopuk vaziyette olduğunu dile getirmiş. Oruç, konuşmasında şu görüşlere yer vermiş:
“Orduevi-kışla-lojman üçgeni içinde bir yaşam tarzı onları halkın inançlarından, değerlerinden koparmakta, sivil hayattan tecrit edilmelerine sebebiyet vermektedir. Türkiye’de ordunun oynadığı rol, AB ülkelerindeki ordulardan çok daha farklıdır. Türkiye’de ordu sadece askeri değil, ekonomik ve siyasi bir güçtür, 1960’tan sonra bir ihtilal kurumu olarak kurulan Milli Güvenlik Kurulu’nda generaller siyasetin merkezinde siyaset yapmaktadırlar.”
Bunların hepsi doğru şeyler değil mi? Sırf bu doğruları söyledi diye, ticaret odasında neredeyse linç ediyorlarmış adamı. TMSF başkanı Ahmet ertürk diyor ki, “neredeyse bir derin mekanizma bazı dosyaları himayesi altına almış gibi gözüküyor. Bir derin mekanizma bakın her yerde iş görüyor. Mahkemelerdeki bu derin mekanizma kimdir? Nedir çözemiyoruz tabi ama bazı yerlerde bazı konularda çıkan mahkeme kararları bizi şöyle bir duyguya itiyor. Neredeyse iki tane kanun var sanki biri bizim uyguladığımız, biri mahkemenin esas aldığı kanun.” İşte bütün bunları bir derin mekanizma örgütlüyor, bu vurgunları, soygunları, dolandırıcılıkları, talanları, hortumlamaları gerçekleştirenlerin kararları onların menfaatlerine uygun olarak çıkarılıyor mahkemelerde. Dosyalar belli bir şekilde yönlendiriliyor. Bakın derin çeteler her tarafı kuşatmışlar.
İşte kardeşlerim, biz de diyoruz ki bütün bunları bilmek zorundayız. Asla siyasi bir iktidar değişimi ile bunların üstesinden gelinmesi, bu büyük çürümenin sona erdirilmesi mümkün değildir. Hangi parti hangi güçle hükümet olursa olsun iktidar hep askeri bürokrasi öncülüğündeki oligarşidir. Oligarşi de, hegemonyasını, hukuksuzlukla, keyfilikle, kanun da devlet benim anlayışıyla, darbelerle, çetelerle, hortumlamalarla, soygun ve talanla sürdürmekte, bunları ortadan kaldıracak olanlara, kendi yaptığı darbe anayasasını da çiğneyerek asla fırsat vermek istememektedir. Bu durum tespiti defalarca ortaya çıkmıştır. En büyük desteği alarak iktidar olmuş olan AKP 4.5 yılı boşu boşuna harcamış, halkın hiçbir talebini yerine getirmemiştir. Gerçekten elindeki büyük imkânları heba ederek, halkın büyük desteğini değerlendiremeyerek hep askeri bürokratların, oligarşik diktatörlerin taleplerini yerine getirmiştir. Maalesef özgürlüklerin önünü açacak, vaad ettiği adaleti getirecek hiç bir ciddi çaba içerisine girmemiştir. AKP’nin alternatifleri daha mı iyi? Şüphesiz ki ondan daha kötü olduklarını biliyoruz. Bu sistem içinde, zaten şahsiyetleri, ahlaki ölçü ve değerleri öğütülerek hükümet olmalarının yolu açılmaktadır. Geçmiş 80 yıllık uygulama ortadadır.
Hâlbuki halkın özgürlük ve adalet taleplerine cevap verebilmek, refahtan adil bir pay almasını sağlayabilmek, ancak oligarşik despotizmi geriletmek, ona teslim olmak yerine onu hukuk zeminine çekip teslim almak gerekiyor. Bu büyük çürüme ve yozlaşmayı ıslah edebilmek için, bütün devlet yapısında, hukuk, özgürlük ve adalet eksenli köklü değişiklikler yapabilecek dirayeti gösterebilmek, ilkeli, kararlı ve hiç değilse mevcut anayasayı tavizsiz uygulayabilecek kadar yürekli olmak gerekiyor. Bilinmesi gerekiyor ki, özgürlük asla masa başında alınmıyor/ alınamıyor. Özgürlüğün yolu meydanlardan geçer. Özgürlüğün yolu zulüme itirazdan geçer. Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine, faşizme, despotizme karşı sesimizi yükseltmekten geçer. Sivil toplumun, meydanları doldurup hakkı haykırmasından geçer. Meydanların desteğini arkasına almadan özgürlük verilse bile, bir hediye kabilinden verilen bu tür özgürlükler en kısa zamanda da geri alınır. Nitekim AKP’nin AB baskısıyla, Müslüman halka değil de, daha çok liberal ve sol çevrelerin işine gelecek fakat bizede dolaylı olarak yarayan görece bir özgürleştirme temini, daha AKP nin 4.5 yılı sonuna gelmeden bu sefer oligarşinin baskısıyla geriye alınmıştır. Verilen görece özgürlükler TCK ve Polis Selahiyetleri Yasasıyla geriye alındı. Neden çünkü arkasında meydanlar yoktu. Medyanlar özgürlük ve adalet talepleriyle doldurulsaydı, sivil toplum milyonlarca insanla meydanları doldurup bütün bu ülkenin insanları için özgürlük taleplerini adam gibi istemeyi becerseydi, hukuksuzluğa, çetelere, darbelere karşı haklı itirazlarını yükseltselerdi, inanın özgürlükler verilirdi ve bir daha kolay kolay geri de alınamazdı.
Nitekim değerli kardeşlerim! Bu tip özgürlük mücadelesi yapılmadığı ve meydanlar özgürlük talepleriyle doldurulmadığı için, sonuçta meydanlar bile darbecilere kaptırılmıştır. Neden? Çünkü ülkenin başbakanı, bir halkın lideri bindiği dalı kesebilmiştir. Bir çeşit 28 Şubatın rövanşı olarak kendisine verilen oyları kale almamış, kıymetini bilmemiş, meydanların önemini kavramamış ve halkı korkutucu, meydanlara çıkmaktan alıkoyucu konuşmalar yapmıştır. Meydanlara çıkmayı anlamsız bulan, hatta suçlayıp mahkûm eden ve işlerin ancak masa başında halledilebileceğini iddia eden konuşmalar yapmıştır. Meydanlara çıkmanın bir anlamı ve gereği yoktur, bu tür şeyleri biz de çok yaptık ama gereksizliğini anladık, bunlar marjinalliktir, diyebilmiştir. “Bu işin bedeli vardır ödeyebilir misiniz? Biz ödeyemeyiz” diye halkı korkutmuş, ürkütmüş, sindirmiş, meydanların boşalmasına bizzat kendisi yol açmış, bindiği dalı kesmiş ve boşalan meydanları darbeciler doldurmuştur. Yazık edilmiştir gerçekten, bu kadar korkak, bu kadar beceriksiz ve bu kadar yüreksiz olmak nasıl mümkün olabiliyor, anlamak mümkün değil. Onları eğiten hocaları da ne diyordu, “TSK’ya toz kondurtmayız. Ordunun hepsi milli görüşçüdür” diyordu. Bu kadar ilkesiz ve ferasetsiz insanlara oy vermekle özgürlüğe kavuşmayı beklemek ne kadar anlamlıdır? Bunlara oy verenler, nasıl adalet umacaklar, refahlarının artmasını bekleyecekler?
Değerli kardeşlerim!
Gelin biz kendi yolumuza dönelim. Bu yanlış yöntemlerin peşinde anlamsız sürüklenmelerden kurtulup, temel değişmez İslami ilkelerimize uygun tevhid yoluna yönelelim diyoruz. Bizim yolumuz, vahyin belirleyiciliğinde, İslami kimliğin ve temel ilkelerimizin istikametinde, Allah rızası için dosdoğru bir temsili ortaya koymaktır. Vahyin şahitliğini yapmaktır. Vahyin kurtarıcı mesajını, aydınlatıcı mesajını, karanlıklarını yok edecek mesajını, özgürlük ve adaleti getirecek mesajını, merhamet ve adaletle insanlara götürme mücadelesini yapmalıyız. Halkın, özündekini vahiyle, tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olacak bir daveti yaygınlaştırmalıyız. Bir güzel örnekliği oluşturmalı vahyin onurlu şahitlerinin sayısını artırmalıyız. Biz bunları yaparsak, biz bize düşeni yaparsak, Allah’ın vaadi vardır, “Allah bize yardım edecek”, Allah bize yardım ettiğinde de bize galip gelecek olmayacaktır. Allah’ın yasasına göre, toplum özündekini değiştirdiğinde Allah da toplumun durumunu o istikamette değiştirip takdir edecektir. Bu yasa işlemeden, efendim falanca parti gelsin, filanca parti gitsinle ne gerçek anlamda özgürleşilebilir, ne de gerçek bir adalete ulaşılabilir. Ne de tevhidi bir düzene ulaşılabilir. Onun için bizler yoldaki işaretlerimizi konuşmayı sürdürmeliyiz. Hangi yolu ve ilkeleri dikkatle takip etmemiz gerektiğinin bilincini yakalamayı sağlayacak temel esasları konuşmalı ve temel değişmez ilkelerimizi yaşamlaştırmalıyız.

 

Değerli kardeşlerim!
Geçmiş haftalarda başlattığımız bu temel ilkeleri ortaya koymayı, bugün de bir iki tanesini ifade ederek İnşallah gelecek hafta sürdüreceğiz.
 
12. Başlığa gelmiştik. Sadece Allaha, Resulune ve bizden olan emir sahiplerine itaat edilmesi gerektiği çok temel vaz geçilmez bir ilkemizdir. İtaatimizi ve ibadetimizi sadece Allaha tahsis etmemiz gerektiğini, asla başkasına, Allah’tan gayrısına, Allah’tan gayri otoritelere ibadet ve kulluk yapmamamız, itaati tercih etmememiz gerektiği çok temel vaz geçilmez bir pernsibimizdir. Nisa süresi 59. Ayete bakıyoruz. Rabbimiz orada şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule itaat edin ve sonrada sizden olan emir sahiplerine”. o yöneticiler ki, o âlimler ki, o otoriteler ki Allah’a ve Resulune itaat ederler, Allah ve Resulun’den gelen nassları belirleyici kılarlar, o alanda kendilerinin yeni bir tercih yapma hak ve özgürlüklerinin olmadığına iman ederler. Ve Allah’ın hükümleri ile hüküm ederler, işte bunlara itaatimiz isteniyor. Bizden olan, yani Müslüman olan ve bu anlamda Allaha ve Resulune itaat eden emir sahiplerine, bize Allah’ın koyduğu hükümler çerçevesinde hükmeden emir sahiplerine, yöneticilere itaat etmemiz isteniyor. Biz Allah’ın hükümlerini, “irtica” yaftasıyla tehdit ve düşman olarak ilan eden, Allah’ın dinini ve Müslümanları ötekileştirip düşman konumuna oturtan yöneticilere, isteyerek ve benimseyerek itaat edemeyiz. Yasal zorunluluk sebebiyle itaat söz konusu olsa bile, kalben benimseyerek itaat edemeyiz. Kalben benimseyerek itaat etmek akidevi bir sapmayı getirir. Ayrıca aynı ayetin devamında da, ihtilafa düştüğümüz konularda Allah’a ve Resulüne başvurmamız gerektiği, bunun bizim için daha hayırlı ve daha güzel olduğu beyan ediliyor. Bu açık uyarılara rağmen, Allah’ın hükümlerini dışlamış, heva ve zanna dayalı hükümlerle Allah’ın kullarına tahakküm etmeye çalışan oligarşik yönetimlere ve onlara teslim olmuş olan siyasilere nasıl itaat edebiliriz. Nasıl onlara itaat eden, onlara destek veren konumları benimseyebiliriz. Rabbimiz Hud Suresi 112. ayette “Zalimlere meyletmeyin siz ateş dokunur” diye uyarmıyor mu? Yine Nisa süresi 64-65. Ayetlerde “Biz Resullerimizi, elçilerimizi ancak ve ancak Allah’ın izniyle kendilerine itaat edesiniz diye gönderdik.” buyuruyor. Biz de Peygamberi seviyoruz demek yetmez. Peygambere iman ediyoruz demek yetmez. Kur’an’a iman ediyorum demek yetmez. Kur’anın ve Peygamberin bize ulaştırmış olduğu tartışılmaz naslarımıza, temel değişmez değer ve ilkelerimize, sabitelerimize itaat etmemiz, teslim olmamız ve onları hayata hakim kılmanın mücadelesini vermemiz gerekir. Bütün bunları bir tarafa itip, tağuti sistemlerin, beşeri ideolojilerin ilke ve ölçüleriyle toplumlara, haklara hükmetmeye kalkmanın İslam’la hiçbir alakası yoktur. Bir Müslüman’ın böyle bir hali benimsemesi ve desteklemesi akıdevi bir sapmadır.
 
Değerli kardeşlerim! Enbiya Suresi 25. Ayette “senden önce, kendisine Allah’tan başka ilah yoktur, o halde sadece Allah’a kulluk ve ibadet yapın diye vahyetmediğimiz hiçbir peygamber göndermedik” sadece Allah’a itaat ve kulluk edin demediğimiz, bunu vahyetmediğimiz, hiçbir Resul göndermedik diyor Rabbimiz. Yine Nahl süresi 36. Ayette “tağuttan içtinap edin, kaçının ve sadece Allah’a kulluk ve ibadet yapın mesajını insanlara tebliğ etmeleri için her ümmete, her topluma bir peygamber gönderdik” buyruluyor. Bütün bu uyarılara rağmen, nasıl olur da biz Allah’tan başkasına ibadet ve kulluğu tercih edebiliriz. Nasıl, biz Allah’tan başkasına ibadeti benimseyebiliriz. Biz nasıl, Allah’a ve Resulune baş kaldırmış, tuğyan etmiş olan otoritelere itaati benimseyebilir, nasıl böyle bir yolu tercih edebiliriz. Biz Müslümanlarız, kimseyi kendimize itaate zorlamıyoruz. Ama biz de Allah’tan ve Resulunden başka otoritelere itaat etmeyiz, mü’min olan emir sahiplerinden başka hiç kimseye itaat edemeyiz. Hiç kimse de bizi buna zorlayamaz, zorlamamalıdır.
 
Değerli kardeşlerim
13. Başlıkla bugünkü konferansı bitiriyorum. “Hiçbir Müslüman müminlerin yolundan ayrılıp başka yollara gidemez.” Enam süresi 153. Ayete bakıyoruz. Rabbimiz şöyle buyuruyor; “işte benim dosdoğru yolum, o halde ona uyun ve sizi bu yoldan uzaklaştıracak başka yollar uymayız.”, Resulullah (S.A.V.) eline bir çubuk alıyor ve bu ayeti okuyarak kuma çiziyor. Böyle dosdoğru bir yol çiziyor ve “işte benim dosdoğru yolum o halde ona uyun” ayetini okuyor. Ondan sonra yanlara yollar çiziyor elindeki çubukla Allahın Resulu (S.A.V) sizi bu dosdoğru yoldan sırat-ı müstakimden Allah’ın dosdoğru yolundan, nur olan yoldan ayırıp, zulumat olan, karanlıkları teşkil eden o başka yollara, kapitalizme, sosyalizme, kemalizme, laikliğie, demokrasiye, beşeri ideolojilere, sağcılığa, solculuğa, ulusalcılığa, Hıristiyanlığa, Yahudiliğe bütün diğer yollara, karanlığı teşkil eden yollara sizi götürecek, sizi Allah’ın yolundan uzaklaştıracak yollara tabi olmayın diyor.
 
Değerli kardeşlerim! Her gün Fatiha süresinde Allah’a dua edip “yalnız senden yardım diler yalnız sana ibadet ederiz” diyoruz ve devamında diyoruz ki, “bizi sıratı müstakimine yönelt”. İşte benim dosdoğru yolum diye tanımladığın aydınlık yoluna bizi ilet ve sadece ona tabi olan, sadece o yola itaat eden kullarından eyle diye dua ediyoruz. Ve Yusuf süresi 40. Ayette diyor ki Rabbimiz; “hüküm ancak ve sadece Allaha aittir. Allah kendisinden başkasına ibadet ve kulluk yapmamanızı emr eder” itaati, ibadeti ve kulluğu sadece Allah’a yapmamızı emre eder. İşte dosdoğru din budur, lakin insanların çoğu bilmezler” buyuruyor. Rabbimiz, bizi bilenlerden eylediği için hamd edelim ve bilenlerden olmanın bu ayrıcalığının, bu muhteşem, bu büyük lütufla lütuflanmış olmanın gereğini yerine getirerek Allah’tan gayrısına itaat ve ibadet etmeyelim. Allah’ın yolundan başka yollara savrulmayalım. Nisa süresi 115. Ayette “kendisi için doğru yol belli olduktan sonra kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse onu o yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız diyor Cenab-ı Hak. Düşünebiliyor musunuz? Bu kadar açık, bu kadar net, bu kadar uyarıcı ayetler. Kur’an’da yazılı teorik bilgiler gibi bırakılacaksa ne anlamı var? Bütün bu uyarıcı ve yol gösterici ayetlerle amel edilmeyecekse ve iman ettiğini iddia edenler heva ve zanna dayalı başka yollara tabi olacaklarsa o zaman bu ayetlere iman etmeninin ne anlamı olacak? Bunlar süs için mi indirildiler? Bu ayetler, bizim için indirildi. Bunlar kolaylaştırılmış bir kitapta, öğüt almamız için bize bildirildi. Öğüt alalım ve yolumuzu şaşırmayalım diye yoldaki işaretler olarak belirlendi. Neden biz bu yoldaki işaretleri dikkate almıyor? Neden Allah’ın dosdoğru yolu, Sırat-ı müstakimi dururken başka yollara savrulma eğilimleri yaşıyoruz. Rabbimiz, Bakara süresi 257’de diyor ki, “Allah müminlerin velisidir. Kim Allah’ı veli edinirse, kim Allah’tan başka velileri dışlar ve sadece Allah’a yönelip Allah’ı veli edinirse, Allah onu, Tağutların belirlediği karanlık yollardan, zulümatın kulvarlarından alır, nura, aydınlığa çıkarır. Aydınlanmayı temsil eden yalnız Allah’ın dinidir, Kur’an’dır. Kur’an nurdur, aydınlıktır. Ama seküler batı değerlerinin aydınlık diye takdim edildiği ve o sürecin aydınlanma diye sunulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Karanlıkların koyu kulvarlarından, ortaçağ kulvarlarından, görece daha özgürlükçü gri kulvarlara geçişin aydınlanma zannedildiği, maalesef bu tür yanılmaların yaygın olduğu süreçlerden geçiyoruz. Bilelim ki, aydınlığı temsil eden sadece Kurandır ve Allah’ın tevhit dinidir. Bu sebeple, Rabbimiz diyor ki, siz Allah’ı veli edinirseniz, Allah sizi karanlıklardan alır nura çıkarır, kâfirlerin velisi de tağutlardır, Kafirler tağutları veli tutarlar, aydınlık bir yola ulaşmış veya o yöne doğru yönelmiş bir insan, fıtri değerlere, erdemlere kulak veren, fıtratın yoluna yönelmiş bir insan tağutları veli edinir, dost edinirse, o tağutlar ne yapar, onu nurdan, aydınlık olan yoldan, sıratı müstakimden alır karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennem ehlidir ve orada ebedi olarak kalacaklardır.”
 
Rabbimiz, böyle bir savrulmadan, böyle bir sapmadan hepimizi muhafaza buyursun. Ve Rabbimiz bizlere, rızasına muvafık ameller yaparak, tevhit yolunda, Allah yolunda, Kuran yolunda tavizsiz, ilkeli bir duruşla yürümeyi, İbrahim gibi tek başına ümmet olmayı, ashabı kehf gibi bir avuç insan da kalsak hakkı haykırmaktan vazgeçmeyen, zalim imparatorların yüzüne hakkı haykıran bir konumda bulunmayı, Musa (A.S) gibi Fravunun karşısına dikilip hakkı tebliğ etmeyi, sihirbazlar gibi çaprazlama ellerin kolların ayakların kesilmesi tehdidine rağmen imanını haykırmayı ve “ya Rabbi bizi Müslümanlar olarak öldür” diyecek bir teslimiyeti gerçekleştirmeyi nasip etsin. Rabbimiz bize, Nuh (A.S) gibi, kınamacıların kınamasına, alay edenlerin alaylarına aldırmadan, tevhit gemimizi inşa etmeyi ölüm bize gelene kadar yılmadan, bıkmadan sürdürme azmini, Kuran neslini inşa edip ortaya çıkarmayı ve ümmeti vahiyle yeniden inşa etmeyi nasip etsin. Rabbimiz, hepimizi mümin olarak yaşatsın, Mümin olarak öldürsün inşallah. Bu dualarla hepiniz Allah’a emanet ediyorum değerli kardeşlerim. Selamün aleyküm
Bu içerik 2432 defa görüntülendi.
 
 
Yorumlar
Yorum Ekleyin
Adınız Soyadınız
e-Posta Adresiniz
Başlık
Yorum
Kalan karakter sayısı : 6000
Güvenlik Kodu
 
 
Copyright © 2013 İLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı
Strazburg Caddesi No:18/4 SIHHIYE/ANKARA
Telefon :  +90 (312) 229 79 76 e-posta:  iletisim@ilkav.org
İLKAV Teknik Komisyon